10 Kasım – Atatürk’ü anmak ve anlamak

Paylaş:

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Karasu Şubesi Kurucu (eski) Başkanı emekli eğitimci Kemal Koçöz, 10 Kasım Atatürk’ün ölümünün 84. yıldönümü nedeniyle bir mesaj yayımladı. Kemal Koçöz,  “10 Kasım Atatürk’ü Anma ve Anlama Günü ve Atatürk Haftası” etkinliklerinin yurdumuzun her bir tarafında ilgiyle yapılması, onun büyük bir Devlet Adamı oluşunun en güzel göstergesidir.’’ dedi.

Koçöz’ün mesajında şu ifadelere yer verdi: 

‘’Atatürk sevgisi boş laf değil, emek ister; 

Atatürk’ü anlamak, gönülden sevmek ister… 

Türklüğün Rehberidir Büyük Gazi ATATÜRK;

Baş Önder ATATÜRK’ü bilmelidir her bir Türk. 

Refah, huzur, hür vatan İstenen erek ise  

Atatürk bizden yurda hep dürüst hizmet ister!

Ulusallığımızın ve ulusal tam bağımsızlığımızın büyük önderi eşsiz   Büyük Atatürk’ümüzü sevgiyle, saygıyla, rahmetle, minnet ve özlem duygularıyla içtenlikle anıyoruz. Ruhu şad olsun.

Zamanın her diliminde eserlerinden, sözlerinden ilham ve öğüt alınması, rehber edinilmesi gereken Ulusal Rehberimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bedenen aramızdan ayrılışı günü olan -10 Kasım, “10 Kasım Atatürk’ü Anma ve Anlama Günü ve Atatürk Haftası” etkinliklerinin yurdumuzun her bir tarafında ilgiyle yapılması, onun büyük bir Devlet Adamı oluşunun en güzel göstergesidir.. 

Büyük Atatürk’ün vatanperverliğini, sebat ve azmini, millet ve hürriyet sevgisini iyi tanımak ve dosdoğru anlamak gereklidir.. Vaktiyle, Avrupa, kiliselerin baskısıyla Orta Çağ karanlığındayken bu karanlıklardan aydınlıklara kavuşmasına katkı sağlayan Cihan İmparatorluğu Osmanlı, Atıyla irfanıyla Yükseliş dönemine geçmesine rağmen haçlıların telkinleriyle gelişen ve bir kısmı da maddi menfaat için türeyen din tacirlerince yaygınlaştırılan hurafelerin girdapları, israfın artışı, üretimin ve gelirin azalışı, Yeniçerilerin kazan kaldırışı, şehzade entrikaları vb. nedenleriyle Duraklama Dönemi’ne ve ardından Gerileme dönemine maruz kalmıştı.. Kimi memurların ve hatta kimi subayların düzenli maaş alamadığı bir ortamda kırsalda da yoksulluğun başladığı, Anadolu ufuklarının karartısının yaygınlaştığı bir ortam sürerken 1881 yılında, Türklüğün karartılmış ufuklarının yeniden aydınlatılmasının sağlayıcısı olabilecek gün yüzlü, masmavi gök gözlü bir çocuk dünyaya gelmişti..

Gelir sıkıntısı nedeniyle Milis Subaylığından ve evkaf memurluğundan ayrılıp kereste ticaretine başlayan Ali Riza Efendi ile Türkmen kızı Zübeyde Hanım, yeni doğan bu nur yüzlü bebeklerine dualarla Mustafa adını vermişlerdi. Küçük Mustafa okul çağına geldiğinde annesi tarafından Mahalle Mektebi’ne verilmiştiyse de Küçük Mustafa baskılar nedeniyle bu okulu sevemediğinden babası tarafından Şemsi Paşa Okulu’na kaydolmuştu. Ve bu yılda (1888) Ali Rıza Efendi vefat etmişti. Çocuk yaşta yetim kalan Küçük Mustafa o yokluk günlerinde annesiyle birlikte dayısının çiftliğine yerleşmişlerdiyse de okumak ve yurdunu yokluktan kurtarmak hayallerini taşıyan bir çocuk olmuştu.. Küçük Mustafa, hep mahalle mektebinde okumasını isteyen annesinden gizlice Askeri Rüştiye Okulu sınavına girmiş ve kazanmıştı. Selanik Askeri Rüştiyesi’nde (ortaokul) matematik dersindeki üstün yeteneği nedeniyle matematik öğretmeni Küçük Mustafa’ya “Kemal” adını vermiş ve bundan böyle senin adın “Mustafa Kemal” olsun demişti. Mustafa Kemal Askeri İdadisi’ni de (lise) başarıyla bitirdi. Harp Okulu’nu ve Harp Akademisini de başarıyla tamamlayıp çok sevdiği Ordu’ya genç bir subay olarak katılmış, yurdunu ve ulusunu düşmanlardan kurtaran kahraman bir asker olmuştu.. Çanakkale’nin ardından Sakarya’da, Dumlupınar’da Başkomutan ve bu güzel Türkiye Cumhuriyeti’mizin kurucu Cumhurbaşkanı olmuştur; daima sevgi ve saygıyla Minnettarız.

Düşman İşgalinden “Kurtuluş”umuzun ve millî bağımsızlığımıza yönelik “Kuruluş”umuzun önderi, Türklüğün ebedi rehberi büyük asker, eşsiz karaman Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, fani bedeni aramızdan ayrılıp rahmete kavuştuğu için saygıyla, şükranla, rahmetle, minnetle anıyoruz; özlemle arıyoruz.! Ve bu nedenledir ki,

10 Kasım; millî rehberimiz, ulusal önderimiz, ebedi Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü  anma, anlama ve büyük bir özlemle gönüllerde de anıtlaştırma günüdür.. 

10 Kasım; Büyük Atatürk’ün, engin ufuklarımızı aydınlatan İlkeleri’ni ve Türk Devrimleri’ni anlayıp savunmayı, istiklâlimizin ve istikbalimizin güvencesi için yolundan gitmeyi, emanet ettiği Cumhuriyet’i ilelebet yaşatmaya dair sorumlulukları da anlama günüdür.. Çünkü, “Atatürk bizden biridir.” sözünü çok beğenen Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Türklüğün Millî Mücadele Önderi” demektir..  Çünkü Yüce Önder Atatürk; “Türklüğün Millî Kurtuluş simgesi, Hürriyet, İstiklâl, İstikbal örneği, Uygarlık ve Ebedi Var oluş Rehberi.” demektir.. 

Haçlı emperyalizmin şer işgaline v düşmanların mezalimlerine karşı başlattığı mücadelelerle Millî Kurtuluş’umuzun ve yeniden Ulusal Kuruluş’umuzun öncülüğünü eden, bu güzel Türkiye Cumhuriyet’imizin kuruluşunu sağlayan millî rehber büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzü ve silah arkadaşlarını minnetle, özlemle, şükranla, rahmetle, saygı ve sevgiyle anmak, 29 Ekim’i de anlamaktır.. 

Ki, 29 Ekim’i anlamak; bu güzel Lâik Çağdaş Cumhuriyet’e ve bu güzel Türkiye Cumhuriyet’in ulusal kazanımlarına, Türkçe’mize, Türklüğümüze ve millî kültürümüze, çağdaş laik aydınlık yarınlarımızın teminatı ebedi Başkomutanımız Büyük Önder Gazi “Mustafa Kemal Atatürk’ün vatanseverliğini, yüceliğini konu edinen Müfredatlı Millî Temel Eğitim’imize, ulusal benliğimize, bu kutsal vatan toprağımıza, kıyılarımıza, adalarımıza, millî yatırımlarımızla sağlanan yerli üretiminizle de sağlanan kazanımlarla milli ekonomimizi iyileştirmektir, ve ulusal tam bağımsızlığımıza millî bilinçle her daim onurluca sahip çıkmaktır; Ay yıldızlı al bayrağımızın ebediyen dalgalanmasını sağlamaktır.. 

19 Mayıs ve 23 Nisan ile perçinleşip 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da biçimlenen ve “Millî Hakimiyet (Ulusal egemenlik); milletin namusudur, haysiyetidir, şerefidir.” (Gz.M.K.A.)(1922), kavramıyla bütünleşen 29 Ekim’in Büyük Mimarı Yüce Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamak; sağa sola sapmadan, emperyalizmin şer ağlarına takılmadan Atatürk Yolu denilen Kemalizm yolundan dosdoğru gitmektir; Türklüğümüzü, Türkiye Cumhuriyeti’mizi, Andımız’ın muhteviyatını, Ulusallığımızı ve ulusal tam bağımsızlığımızı, bu kutsal vatan toprağımızı ebedi kılmaktır; o haçlı emperyalizme, o emperyalizmin yönlendirdiği gericiliğe, şer Sevr ve uzantısı sinsi BOP bölücülüğüne, dahili ve harici truva atlarına karşı daima onurluca dimdik karşı durmaktır..

Oysaki, “Batılılar, o haçlı emperyalistler, Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.. Artık hayat bulmak için, ıslahı hal etmek (iyiye gitmek) için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın ameline (emellerine) göre tedbir etmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler küşayiş buldu (belirdi). Halbuki Hangi istiklâl vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir.” (Gz.M.K.A.) diyor ve yaptığı bu öğüdü pekiştirmek için de; “Bilelim ki, millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin şikârıdır (avıdır).” diyor. (6 Mart 1922, TBMM)  

Geçmişin yanılgılarına bir daha düşmememiz, o işgal yıllarının acılarıyla, yıkıntılarıyla bir daha karşılaşmamamız içindir ki, “Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister.” (Gz.M.K.A.) öğüdünde bulunan  yüce önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü doğru anlamak; Türklük  şuurunu, Atatürkçülük kavramını sevgiyle, bilgiyle savunup bu ulvi değerlerle vatanı ve milleti sebat ve azimle çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmaktır; dünün işgalcisi ve o şer Sevr paylaşımı özlemcisi o haçlı emperyalizmin her türlü sinsi şer entrikalarına, kirli kumpaslarına rağmen yarınlarımızı daima aydınlık tutmak, şehit ve gazilerimizin emaneti bu kutsal vatan toprağımızı, Cumhuriyet ile oluşan kazanımlarımızı, ulusal tam bağımsızlığımızı daima onurluca savunmaktır; Ay yıldızlı al bayrağımızın daima gururla dalgalanmasını sağlamaktır..

Ki, vaktiyle Anlı Şanlı Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın Gerileme Dönemi’ndeki o yokluğun, yoksulluğun, huzursuzluğun depreştiği o kara günlerine denk geldiydi Mustafa Kemal’in çocukluğu.. Çocukluk yıllarından beri vatan sevdalısı olan, bu güzel vatanın ve aziz milletin içine düştüğü o sefaletten, o yokluktan, yoksulluktan, o savaş yıllarının acılarından, ıstıraplarından kurtulup huzur ve refaha ermesini zihninde planlayan ve de kimi düşüncenlerinin bir kısmını zaman zaman arkadaşlarına da anlatan Mustafa Kemal, o şer Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrası oluşan o işgalden kurtuluşun, vatanın ve milletin yeniden özgürlüğe, huzura, gönence kavuşturuluşunun azim ve gayreti içinde bulunuyordu. Bu kurtuluşun temini için bir an önce Anadolu’ya geçmeyi planlıyordu.. O vakitlerde Samsun ve yöresindeki bazı yerel grupların, kendi yörelerini rum, ermeni saldırılarına karşı savunmak için kendi yöntemleriyle baskınlara yönelmelerinden hoşnutsuzluk duyulmasına dair oluşan şikayetler üzerine  İstanbul’daki İngilizlerin Saray’a ve Sadrazam’a baskıları oluştu.! Bu nedenle bu sorunun giderilmesine, rumlara yönelik oluşan bu baskınların yerinde incelenmesine ve tez önlenilmesine yönelik bir görevlendirme hasıl oluştu. Bu durumu öğrenen Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya etkin geçişin fırsatını sağlayacak olan böyle bir görevin kendisine verilmesi için arkadaşlarından ve tanıdık amirlerinden destek istemişti.. Gayreti sonucu kendisine Müfettişlik görevi ihdas edildi. (30 Nisan 1919) 

Mustafa Kemal Paşa’ya bahse konu yazılı verilen görevin muhteviyatı şöyleydi: 

   a) “Bölgenizde iç güvenliğin sağlanması ve devamlılığı, asayişsizliğin ortaya çıkış sebeplerinin belirlenmesi,” 

   b) “Bölgede ötede beride bulunan silahların ve cephanelerin bir an evvel toplatılarak bir depoda muhafaza altına alınması,” 

   c) “Muhtelif mahallerde bir takım şûralar mevcut olduğu ve bunların asker toplamakta bulunduğu ve bir surette ordunun bunları himaye eylediği iddia olunuyor. Bunların asker toplamasının men edilmesi, şûraların lağvedilmesi..”  Ki, işte Padişah Vahdettin tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya verilen ve kimilerince övgüyle bahsedilen görevlendirmenin muhteviyatı buydu! Ki, Mustafa Kemal Paşa, bir an evvel Anadolu’ya geçmek ve Anadolu’da etkin olabilmeye yönelik almakta olduğu bu görevin üstün yetkilerle donatılmasını istiyordu! Hem Ordu hem de Mülki Müfettişliği görevini de sağlayarak Samsun yolculunun hazırlığına başladı.. 

(Müfettişlik bölgesi; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeriyle Erzincan ve Samsun bağımsız sancakları; Diyarbakır, Bitlis, Mamuretûlaziz (Elâzığ), Ankara, Kastamonu.) 

Mustafa Kemal Paşa’ya verilen yetkinin genişliğinden dehşete düşen Harbiye Nazırı Şakir Paşa, evrakları düzenleyen Kazım (İnanç) Paşa’ya hitaben: “Paşa oğlum, siz Üçüncü (9.) Ordu Müfettişliği değil, bütün Anadolu’da sahib-i nüfuz bir müfettişlik ihdas etmişsiniz, bu nasıl bir şey?”(Harbiye Nazırı Şakir Paşa)  demiş ve evrakları imzalamamış, evraklara sadece mühür basmıştı (bu büyük yetki sorumluluğunu üstlenmemek için)..]

Dün olduğu gibi günümüzde ve yarınlarda da Türklüğün, Türkiye’nin, Cumhuriyet’in kazanımlarının engellenilmesine yönelik dâhili ve harici düşmanlarının bulunabileceğini, Türklüğün istiklâlinin ve bu güzel Cumhuriyet’in kazanımlarının “Geçliğe Hitabe”den de ilham alınarak bilimle ve özenle savunulmasının gerektiğini ve bu ulvi görevlerin ihmale gelmeyeceğini belirtmek için, “Kötülükler başa gelmeden önce, önleyici ve koruyucu tedbirler düşünmek gerekir; geldikten sonra dövünmenin yararı yoktur.”(Gz.M.K.A.) diye bir uyarı yapan, “Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!”(Gz.M.K.A.) öğüdünde de bulunan Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Bandırma Vapuruyla (16 Mayıs 1919’da) Samsun’a yola koyuldu..  Bandırma Vapuru’nun yolda batırılması girişimlerinin bulunmasına rağmen, kara yolu da elverişli olmadığından, onca meşakkatli bir yolculuktan sonra 19 Mayıs sabahı Samsun’a varıldı.. 

19 Mayıs’ta (1919)  gün ışırken vardığı Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, “Millî Birlik”in, “Millî Hakimiyet”in ve “Türklük duygusu”nun önemini vurgularcasına, İstanbul’a (Padişaha ve Sadrazam’a), “Millet birlik olup hakimiyet-i millîyeyi ve Türklük duygusunu hedef edinmiştir.” (Gz.M.K.A.) diye bir rapor gönderir. (22Mayıs 1919) “Ya İstiklâl Ya Ölüm!” (Gz.M.K.A.) (1919) düsturuyla o işgalden kurtuluşu planlayan Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan İstanbul’a çektiği bu raporun ardından, (25 Mayıs1919’da) Havza’ya geçerek vatanın selameti için görüşmeler yaptı. (28 Mayıs’ta) Havza’dan kumandanlara ve valilere çektiği telgrafla, kurtuluşla ilgili bilgiler yanı sıra, işgale tepki olarak “Her yerde, halkın gösteriler düzenleyerek, işgali, düşman saldırısını protesto etmeleri”ni bildirdi. “Halka yol göstermek icap eder!” (Gz.M.K.A.) diyerek (30 Mayıs’ta) Havza’da, kendisinin de katıldığı bir protesto mitingi düzenledi. İşgale karşı Millî Mücadele’nin fiili ilk kıvılcımlarını Havza’da çakan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Saray’a ve Sadrazam’a baskısıyla (8 Haziran 1919’da) geriye çağırıldıysa da (“Bu bir ingiliz oyunudur!” diye düşünerek) geriye (İstanbul’a) dönmedi; “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” (Gz.M.K.A.) anlayışıyla Amasya’ya yöneldi. (12 Haziran’da) Amasya’da, halka, “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulmasını öneren Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Amasya’ya çağırdığı yakın silah arkadaşlarıyla buluşup burada vatanın sorunlarıyla ilgili görüşmeler yaptı.  *“Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir.”, *“Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” gibi kısa ve öz ifadelerle o işgalden kurtuluşla ilgili (7 maddeden oluşan) önemli kararların alındığı Amasya Genelgesi oluşturuldu.(22 Haziran 1919)

Bu çalışmaların kendi işgal ve paylaşımlarına engel gören ingilizlerin baskılarına maruz kalan Padişah ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal’e geri dönmesini bildirdiyse de Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a dönmeyi kabul etmeyip çalışmalarına devam etti.. Bunun üzerine Saray ve Damat Ferit Hükümeti’nce valilere, ordu birliklerine Mustafa Kemal’in emirlerinin dinlenilmemesine, tutuklanıp İstanbul’a gönderilmesine yönelik telgraflar çekildi.. Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Paşa aleyhine fetva ve fermanlar oluşturuldu.! Kemal Paşa ve Millî Mücadeleciler, Saray’ın fermanlarıyla, Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin fetvalarıyla kötülenmeye, millî bagiye (-ki, günümüzde de o şer etkisi süren- asiler,din düşmanları ve saraya baş kaldıranlar) diye aşağılamaya, halkın desteğinin engellenilmesine çalıştılar.! 

[Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde işgale karşı başlanılan Millî Mücadele’nin sekteye uğratılması için bir de (Türklüğün düşmanı hain, İngiliz sever mandacı) “Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divanı” tarafından Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için  idam kararı da oluşturulduydu.! Ki, Irak Süleymaniyeli Nemrut Mustafa Paşa ve Şeyhülislam Mustafa Sabri, Güney’de, Doğu Anadolu’da,Van yöresinde yüzlerce Türk’ü katleden, camilere doldurup diri diri yakan, nice insanımızı diri diri çukurlara gömen o vahşi ermeni çetelerine yönelik de hiçbir girişimde bulunmazlarken Kuva-yı Millîyecilere kan kusturtuyordular.! Tehcir bahanesiyle Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i 10 Nisan 1919’da Beyazıt Meydanı’nda idam ettirdiler.!]

Erzurum’da yapılacak toplantılara katılmak üzere Sivas üzerinden Erzurum’a (3 Temmuz 1919) geçen Mustafa Kemal Paşa’nın işgale karşı Millî Mücadele çalışmalarını duyan ve kendilerine engel gören İngilizlerin hışmına uğrayan padişah ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı görevden alma kararı aldı.. Mustafa Kemal’in asi olduğuna ve peşinden gidilmemesine, yardım edilmemesine, yardım edenlerin suçlu, hain, kafir olacağına dair peş peşe fetvalar ve fermanlar yayımlandı ve hatta tutuklanıp İstanbul’a getirilmesine dair üst üste fermanlar çıkartıldı.!  Bu durumu öğrenen Mustafa Kemal Paşa, (8/9 Temmuz 1919 gecesi) çektiği telgrafla istifa eder.  

[Ki, o istifa telgraf yazısı şöyledir: “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak, Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan milli savaşmalar uğrunda milletle beraber serbest surette çalışmağa askeri ve resmi sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu gaye-i mukaddese (kutsal amaç) için milletle beraber sonsuza kadar çalışmağa mukaddesatım (kutsal değerlerim) adına söz vermiş olduğum cihetle, pek aşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğine bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra millî ve mukaddes gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere sine-i millette (milletin bağrında) bir ferd-i mücahit (savaşçı kişi) suretiyle bulunmakta olduğum tamimen arz ve ilan eylerim.” (Gz.M.K.A.) diyor. Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a çektiği telgrafındaki bu ifadelerle, çok sevdiği askerlikten, sevdiği Ordu’dan istifa ettiğini Saray’a bildirdi..  Kimileri, Paşa (asker) elbisesi ile (Erzurum’daki) Kongre toplantılarına katılmasını istemiyordu, oysaki hiç sivil elbisesi yoktu.! (Bunun üzerine bir arkadaşından sivil bir elbise edinmişti..) Erzurum’da Kongre toplantılarına bundan böyle sade, sivil bir vatandaş olarak katılmaya başlamıştı.. 

[(Ki, o istifadan sonra yeni bir dönemeç oluşmuş, bir ara kendini yalnız ve emirleri dinlenmeyen yetkisiz bir kişi halinde hissetmişti!)

(Mustafa Kemal’in sivilliği, Sakarya Harbi’ne kadar, bu harp öncesi Meclis’in kendisine “Başkomutanlık” yetkisi verene kadar sürecekti.. 22 gün 22 gece süren o Sakarya Harbi’nin kazanılmasından sonra, Meclis tarafından (19 Eylül 1921’de) Mustafa Kemal’e “Gazi”lik ve “Mareşal”lık unvanı verildi.)]   

Mustafa Kemal, Erzurum’da görüşmeler ve toplantılar sonucu 16 gün süren o tarihi Erzurum Kongresi’nin temel kararlarının oluşumuna katkı sağladı. (23 Temmuz/7Ağustos 1919)  Bu Erzurum Kongresi’nde; “Millî sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz.”, “Hıristiyan ahaliye siyasî hakimiyet ve sosyal dengeyi bozacak imtiyazlar verilemez.”, “Manda ve himaye kabul edilemez.”, “Milletin iradesini (bugünkü anlamıyla ‘Cumhuriyet idaresi’ni) esas kılmak esastır.” diye sıralanan sekiz maddelik bir temel kararlar manzumesi oluşturuldu. Ve bu prensiplerin pekiştirilmesi için Sivas’ta da bir Kongre yapılması kararlaştırıldı. (8 gün süren ve 10 maddelik bir bildiriyle sonuçlandırılan) Sivas Kongresi’nde (4 /11 Eylül 1919), Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar aynen benimsendi.  Bu kongrede, Anadolu içinde bir Meclis oluşumunun sağlanmasını amaçlayan; Vatan’ın bir bütünlüğünü hedefleyen, işgale ve esarete karşı durulduğunu ve de Millî Mücadele’nin kesin kazanılmasına yönelik millî dayanışmayı, kurtuluşun ve hatta kuruluşun yolunu belirleyen temel kararlar alındı. Amasya’daki o kararlar Sivas Kongresi’nde de benimsenerek Ankara’da toplanılmaya, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) oluşturulmasına karar kılındı ve Ankara’da Atatürk’ün öncülüğünde, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) açılmış oldu.. Ve böylece Türk’ün düşman işgalden ve mezalimlerinden “Kurtuluş”a ve de yeniden “Kuruluş”a yönelik mücadelesi resmiyet kazandı.. 

Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük atalarımın en kıymetli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım.” (Gz.M.K.A.) azmiyle vatan görevini ifa eden, “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez!” (Gz.M.K.A.) düsturuyla Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ni başlatan millî önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, demeç verdiği bir gazeteye, kendi vasfını şöyle tanımlıyordu; 

“Ben, milletimin en büyük, ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.” (Atatürk,22.4.1921 /Hakimiyet-i Millîye Gazetesi’ne verdiği demeç), diyor ve ardından, “Ulusal varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım.” (Gz.M.K.A.) diyerek de tedbirli olmamıza yönelik tarihi bir öğütte bulunuyor!

“Vatan menfaatten üstündür.” (Gz.M.K.A.) Çünkü “Yurt sevgisi ona (vatana) hizmetle ölçülür.” (Gz.M.K.A.), Ecdadımızın emaneti bu güzel vatanımızdaki çalışmalarımızda “Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.” Bu nedenledir ki, “Millî mücadelelere şahsi hırs değil, millî ideal, millî onur sebep olmuştur.”(Gz.M.K.A.) Mütareke entrikalarıyla, o haçlı emperyalizmin dayatmaları nedeniyle millî sınırlar dışında kalan Hatay için, “Kırk asırlık Türk yurdu, yabancı elinde kalamaz!”(Gz.M.K.A.)(15 Mart 1923, Adana) diyordu ve o hasta günlerinde bile anavatana katmaya çalıştıysa da almaya ömrü vefa etmediği o Hatay, vefatından bir yıl sonra anavatana katıldı. (30 Haziran 1939)

Ecdat diyarı, ecdadımızın yadigarı bu kutsal vatanımızı o şer Mütareke entrikalarıyla işgale yönelen o mezalimci düşmanın bu kutsal vatan toprağımızdan tez atılmasını amaçlayan, kısa bir sürede vatanın ve milletin istiklâlinin temin edilmesi için çabalarda bulunan, yurdumuzun ve ulusumuzun yeniden kalkındırılarak yüceltilmesini görev bilerek siyasal, askeri, kültürel, ekonomik ve sosyal her alanda başarıların, ilerlemelerin, huzur ve refahın sağlanılmasını kutsal bir görev sayan, ulusallığımızın ve millî bağımsızlığımızın büyük önderi olan ebedi Başkomutanımız ve ebedi Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” (Gz.M.K.A.) (16 Haziran 1926), dediği gibi bedeni fanidir; fakat, ulusal özgürlüğümüzün ve millî bağımsızlığımızın sağlayıcısı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin kurucusu olan, “Hakimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız milletindir.” (Gz.M.K.A.) (20 Ocak1921) diyen Anafartalar Kahramanı, Ulusal Kurtuluşumuzun ve de yeniden Kuruluşumuzun öncüsü Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ise ölümsüzdür.. “Benim en büyük eserim Cumhuriyet’tir.” (Gz.M.K.A.) dediği Türkiye Cumhuriyeti’mizle birlikte ebediyete dek gönüllerimizde ve de sistemimizde daima yaşayacaktır; tarih var olduğu sürece o tarihin şanlı sayfalarında da daima saygın bir yerini almaya devam edecektir.. Yeni harflerin kabulünden (1 Kasım 1928) sonra  halkı okuryazar kılmak amacıyla ‘Başöğretmen’imiz olarak “Millet Mektepleri”ni açan, halkın aydınlanma, dayanışma ve gündelik yaşamına ilişkin sorunlarının el birliğiyle çözümü için kültürel bir zemin oluşturan “Halkevleri”ni açan o büyük insan, o eşsiz kahraman ATATÜRK yurdumuzda ve bütün dünyada daima minnetle, şükranla, rahmetle, sevgiyle ve saygıyla anılacaktır.. 

“Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve kapsamlı uygarlıklara da sahip olmuşlardır. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için borçtur.” (Gz.M.K.A.) anlayışıyla çok çalışmalarda bulunan yüce Atatürk; Türk Vatanı’na, Türk Milleti’ne yönelik görevini seve seve fazlasıyla yaptı; yorgun düşen fani bedeni ise 1938 yılının 10 Kasım günü saat 9’u 5 geçe ebediyete intikal etti.. Bizlerden, Türk Milleti’nden tek isteği ise, bu güzel Lâik Cumhuriyet’e, şehit ve gazilerimizin kanlarıyla canlarıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’mize ve bu kutsal vatan toprağımıza onurla, gururla, coşkuyla ve azimle daima sahip çıkmaktır.. 

Unutulmamalıdır ki, Türklüğün ve Türkiye’nin dâhili ve harici bedhahlarınca dün olduğu gibi günümüzde ve hatta yarınlarda da karşımıza birçok engeller, tertipler, kumpaslar çıkabilir; Büyük Atatürk’ün öğütlerini, fikirlerini çarpıtmak, bizleri yanıltmak isteyenler bulunabilir.. Yine bu konuda da bizi aydınlatacak olan meşale “Gençliğe Hitabe”dir, büyük Atatürk’ün öğütleridir.. Ki,“Bugün vatanımızda bir millî kudret varsa, o cereyan, felaketlerden ders alan ulusun kalp ve dimağından doğmuştur.” (Gz.M.K.A.) diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk;  “Bir zaman gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki, bu fikirler Hint’en, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur.” (Gz.M.K.A.) (1937) sözü hangi insanı duygulandırmaz ki.! İstiklâlimiz ve istikbalimiz için bizlere düşen en büyük görev;          

Atatürk İlkeleri’ne ve Atatürk Devrimleri’ne bilinçle ve istekle sahip çıkılarak bu güzel Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in kazanımlarını, millî kültürümüzü, vatanın ve milletin bütünlüğünü, istiklâlimizi, hürriyetimizi sonsuza dek yaşatmaktır; rengini şehit ve gazilerimizin al kanlarından alan ay yıldızlı al bayrağımızın sonsuza dek daima gururla ve huzurla dalgalanmasını sağlamaktır..

Vaktiyle dört kıtaya nam salan Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın çalkantılı son dönemlerine denk gelen yıllarda yokluk ve yoksulluk içinde büyüyen, o çocuk yaştayken ülkeyi iyileştirebilecek bir şahsiyet olmayı düşleyen ve azmiyle Askeri Okul’a girmeyi başaran, ömrünün gençlik yıllarını, harap edilen vatanın davasıyla ilgilenmekle, savaş alanlarında bulunmakla, harici dahili her türlü düşmanla uğraşmakla geçiren; yurdumuzun çeşitli ücra yörelerinde, Arap çöllerinde, Bingazi’de, Trablusgarp’ta, Sofya’da, İstanbul’da, Çanakkale’de, Şam’da, Filistin’de, Mısır’da, Diyarbakır’da, Bitlis’te, Muş’ta, Halep’te, Samsun’da, Erzurum’da, Sivas’ta, Sakarya’da, Dumlupınar’da vatanın ve milletin istiklâli görevlerinde bulunan Mustafa Kemal; Askerlere, “Düşmandan kaçılmaz, merminiz yoksa süngünü var. Süngü tak!” (Gz.M.K.A.) diyerek düşman birliğini durdurduğu o Çanakkale’de, Anafartalar’da tanınıp ünlendi.. Çanakkale Savaşları’nda büyük bir güce sahip olan istilacı o haçlı emperyalizme karşı mücadelede bulunup o emperyalizmin büyük bir hezimete uğramalarına, Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın şanının korunup Türk kahramanlığının destanlaşmasına bir katkı sağladıydı..

Dört kıtaya ün salan, atının nalıyla üç kıtaya medeniyet taşıyan Cihan İmparatorluğu Osmanlı; zaman içinde bilimden, fenden, eğitimden, endüstriden, teknolojiden, sanattan ve ticaretten uzaklaştı.! Üretim azlığı, gelir darlığı, o haçlı batılılara tanınan kapitülasyon imtiyazları ve alınan borçların artması sebebiyle malî sıkıntıya da maruz kalan Cihan İmparatorluğu’nun basiretsiz ve beceriksiz yöneticilerinin sosyal, siyasal ve askeri alanlarda gaflet ve dalâlete düşmeleri, hurafelerden medet ummaları, devlet işlerinde bulunan kimi insanlarımızın  gaflet ve ihanetleri yanı sıra  Osmanlı Devlet Ricalinde  çalışan Türk vatandaşı sanılan yabancıların (rum, ermeni vb Türk düşmanı olanlar) ihanette bulunmalarından, taht kavgalarının, şehzade katliamlarının, askerin kazan kaldırmasının, araç gereç yetersizliğinin yarattığı olumsuzluklar yüzünden Viyana kapılarından (2. Viyana hüsranı, 1683), Tuna boylarından hüsranla geriye dönüldü.. Trablusgarp’ın ardından Balkanlar’da da güç ve toprak kayıpları oluştu.! 

[Akdeniz’de bulunan İngiliz gemilerin kovalaması nedeniyle Osmanlı’ya sığınan ve İngilizlerce kendilerine teslim edilmesi istenildiğinde, Osmanlı tarafından satın alındığı ileri sürülen  Goeben (Yavuz), Breslau (Midilli) adındaki iki Alman savaş gemisinin Karadeniz’e açılarak Rus limanlarını topa tutup tahrip etmesi (28/29 Ekim 1914), kimi Rus savaş gemilerini batırması yüzünden buna misilleme olarak İngilizlerin İzmir Limanını (1Kasım 1914) , Çanakkale Boğzazı’ndaki istihkamı topa tutmaları(3 Kasım 1914) nedeniyle fiilen maruz kalınan ve (14 Kasım 1914’te Cıhad-ı Ekber Fetvası ile resmen savaşa girilmesi ilan edildiğinden) 10 farklı geniş cephede savaşılan  Birinci Cihan Harbi (1914-1918) safhasında ittifak olunan Almanya’nın yenilgisi bahanesiyle, (sayıca ve silahça üstün o haçlı  düşmanı Çanakkale’de perişan edip İstanbul’a geçmesini  engelleyen) Cihan İmparatorluğu Osmanlı, Çanakkale’de  yenilmediği halde Galip Devletlerinin (İngiltere, Fransa, İtalya ve perde gerisindeki Amerika’nın) masa başı entrikaları nedeniyle yenik sayıldı.!  Limni Adası’nın Mondros Limanı’na demirli olan ve vaktiyle Çanakkale Deniz Savaşı’nda kıyılarımızı topa tutmasına, büyük tahribatlar oluşturmasına rağmen yara alıp geriye kaçan o İngiliz Agamemnon zırhlısında  o şer Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) yapıldı ve galip devletlerin (İngiltere-Fransa-İtalya ve perde gerisindeki Amerika’nın) sinsi şer dayatmalarına ve ardından işgale maruz kalındı.!  Ki, Almanya ile ittifakı uygun görmeyen, o savaşa girilmesini doğru bulmayan Mustafa Kemale göre bu işgal olayı, o Viyana hüsranının bir uzantısıydı!]

Güzel İzmir’ ve birkaç ilimizin (Manisa, Aydın, Balıkesir..) ardından fiilen işgale maruz kalan başkent İstanbul, adeta esir bir şehir konumundaydı.! Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın Başkenti İstanbul da bu hazin duruma nasıl düşebilirdi!? Böyle bir  hazin gaflet, böyle hazin bir aymazlık neyin nesiydi!? Mütareke entrikalarıyla ordunun büyük bir kısmı dağıtıldı, terhis edilen askerlerin silahları toplanıp depolara atıldı; buna karşılık, yardımsever dost görünümlü galip devletler maskelerinden arınmışlardı.!  Gönderdikleri işgal güçleriyle ülke genelinde yeni yeni işgallere başlamışlardı.! İşgal güçlerine şirin görünme gayretindeki son halife Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa yönetimindeki hükümet adeta ne yapacaklarını  bilemez halde miydiler ki, o işgale, mezalimci o düşmana karşı koymayı neden düşünmediydiler!? Çünkü İngiliz yanlısıydılar, millîlikten, Türklük duygusundan yoksundular, Türklüğe kindardılar.!

Mondros Mütarekesi şartları gereği bu vatanın düşmanlarca rahatça işgal edilmesine yönelik kapıların açılımı saçılımı aksamasın, ülkenin düşmanlarca paylaşılmasına yönelik sağlanacak çözülümler bozulmasın, çakal sürülerine yenilebilecek lokma haline dönüşümler bozulmasın  da, Türk milleti oynanan sinsi şer oyunlara karşı uyanıp millî dayanışmaya yönelerek karşı koymasın diye miydi onca gaflet ve dalalet!? Nice fetihlere çıkan, Avrupa’da ün yayan Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın, adeta avcıların ağına yakalanmış aslan misali, kendini savunmaz halde bulunuşu neyin nesiydi!?  

25 maddelik o Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ardından yapılan 433 maddelik o şer Sevr Antlaşması da (10 Ağustos 1920) o işgalci emperyalist düşmanlarca bu güzel diyardaki Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın paylaşımı ve yıkılımı için değil miydi ki!? Koskoca Cihan İmparatorluğu’nun basireti mi bağlanmıştı!? Galip devletlerin silahlı askerleri İzmir’e pikniğe mi, üzüm, incir toplatma yardımına mı gelmişlerdi ki!? Besbelli ki, ellerindeki süngülü silahlarıyla işgale gelmişlerdi.! Durum buyken, Saray ve İstanbul Hükümeti’nce, Çanakkale misali o düşmana neden karşı durulmadı!? Ki, Suriye yöresindeki gayretlerinden dolayı Mustafa Kemale, Padişah tarafından 22Eylül 1918’de “Fahri Yaverlik” unvanı verildiydi. (Ki, Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin veliahtken (1917’de) birlikte Almanya’ya giderek 20 günlük askeri bir incelemede bulunmuş, Almanya’nın yenileceği kanısına varmıştı.) Fakat Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrası, o Mütareke’nin ertesi gününde Alman General Liman Von Sanders’ten devraldığı Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı ve (1917de ve Ağustos 1918’de de görev yaptığı) Suriye’deki 7’nci Ordu birliği (7 Kasım’da) lağvedildi Mustafa Kemal’in İskenderun’u İngilizlere teslim etmediği için!  Bu nedenle İstanbul’a çağrıldığından Adana güzergahından trenle İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa’nın 13 Kasım 1918 sabahı Haydarpaşa rıhtımında, karşıya (Sirkeci’ye) geçmek için motor beklerken o Galip Devletler’in dev savaş gemilerinin kiliselerin çan sesleri eşliğinde gelişini ve Bogaz’a doğru ilerleyişini kahırlı bakışlarıyla izlemişti.! (Sonradan Kartal II adı verilen) Eski bir istimbotla o düşman savaş gemilerinin arasından karşıya geçerken o Mütareke gafletine de  kahırlanıp “Geldikleri gibi giderler!” (Gz.M.K.A.) dediği (60’ı aşkın  parçadan oluşan) ingiliz savaş gemileri, padişahın sarayına, saltanata gösteriş yaparcasına, İstanbullu Türklerin duygusunu, onurunu incitircesine  kiliselerin çan sesleri eşliğinde Dolmabahçe Sarayı önlerine kadar gelip demir atmakta, İstanbul sularını doldurmaktaydı.! (Ki, silah, cephane ve asker dolu o savaş gemilerin sayısı iki hafta içine 160’ı aşmıştı!)

Çocukluk yıllarında, arkadaşlarıyla oyun oynarken bile “Ben eğilmem!” diyen,  kitap okumayı çok seven, “Bu vatanı, Türk milletinin kendi kanı kurtardı.”, bu nedenle, “Vatanımın toprağı temizdir.” diyen Gazi Mustafa Kemal,  “Ben askerliğin her şeyden çok sanatçılığını severim.”(1912), “Türk; Öğün, Çalış, Güven!” (Gz.M.K.A.) (öğün=Düşün), “Hakikati konuşmaktan korkmayınız.”(1915), “Düşmandan kaçılmaz!” Ki,“Zabit için ‘ya istiklâl ya ölüm’ vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, istiklâlimizi muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima müstakil (bağımsız) görmekle bahtiyar olacağız!” (Atatürk, 31 Temmuz 1920, Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde subaylara hitabı) diyen Büyük Asker Mustafa Kemal Paşa “Halep’in kuzeyinde o Birinci Dünya Savaşı’nın son muharebesini yaparken, Osmanlı Heyeti aynı gün bir İngiliz gemisiyle Limni Adası’nın Mondros Limanı’na ulaşmış bulunuyordu!” Vatan toprağının onuru için cephede mücadele veren Mustafa Kemal Paşa, Cihan İmparatorluğu Osmanlı’ya emperyalizmin dayattığı o şer idam fermanı Mütareke’ye aşırı tepki göstermiş, Türklüğün yaşayışına esaret zinciri amaçlı o şer Mondros Mütarekesi’nin oluşturduğu fiili duruma karşı koymanın yollarını düşünmeye, planlamaya yönelmişti.. 

(30 Ekim 1918’de) Mütareke’nin oluşmasının ardından Padişah’ın ve Sadrazam’ın, Osmanlı Türk Askeri’ne o işgal güçlerine karşı silah kullanma yasağını getirmesine, ülke göz göre göre işgal edilecekken kimi askeri birliklerin dağıtılmasına, kimi biliklererin elinden tüfeği alınarak terhis edilmesine ne denmeliydi!? “Düşman fazla durmaz, rahatsız edilmedikçe çeker gider!” türünden yayılan bir anlayış varsa ve böyle yanlış bir düşünceye inanış(!) nasıl oluşabilirdi!? Ki, o düşman 16 Mart 1920’de karaya asker çıkartıp karakollara saldırdı, Meclis–i Mebusan-ı dağıttı.. Güzel İzmir’in ardından başkent İstanbul da fiilen işgal edildi.. Hangi onurlu insan üzülmezdi, kahırlanmazdı bu hazin duruma! Hangi onurlu insan lanetlemezdi o gaflet ve ihaneti, onca mezalimi.!

Düşman işgaline karşı yurdu savunmak için silah kullanılamaması, askerin kendine yöneltilen saldırılara silaha karşı koyamaması gafleti ve ihaneti neyin nesiydi!?  Ki, o dönemlerde İngilizlerce, işgal güçlerince İstanbul Hükümeti’ne kurdurtulan, kimi gafillerden ve Türk düşmanı hainlerden oluşan “Heyet-i Nasiha”(akıl verici) oluşumlarının dedikleri aldatmacalar misali, düşmana karşı konulmazsa düşman çekip gidecek değildi ya.! Taa işin başından işgali, Türklüğü yok etmeyi, Türk yurdunu kendi aralarında paylaşmayı planlamışlardı o işgalci saldırgan emperyalistler.! 

1915’te Çanakkale’yi geçemeyip o hezimetle büyük bir hüsrana uğrayan o emperyalist düşmanların haçlı donanması, 30 Ekim 1918’deki o Mütareke entrikasının ardından adeta elini kolunu sallarcasına İstanbul’a geldiydi.!(13 Kasım 1918) İstanbul’un Boğaz sularını kaplayan onca İngiliz savaş gemileri adete Saray’a, Anadolu’ya velhasıl Cihan İmparatorluğu Osmanlı’ya gözdağı verircesine sıralanmışlardı.! Böyle hazin bir durum karşısında düşmana karşı durmak yerine silahları ellerinden alınıp terhis edilen askerlerin boyunları bükük bir halde bırakılarak beldelerine, köylerine gönderilirken, Cihan İmparatorluğu Osmanlı, kar misali günden güne erimeye başladıydı.! Bu hazin durum, Anafartalar Kahramanı Vatansever Mustafa Kemal Paşay’ı kahrediyordu.!

İşgal devletleri lideri İngilizlerce Sadrazam Damat Ferit Hükümeti’ne tertiplettirilen “Heyet-i Nasiha”lar, Anadolu içlerine salındı millet o sinsi şer işgali anlamasın, uyanmasın; işgale karşı durulmasın (!) diye aldatmacalarda bulundular; Mustafa Kemal ve adamlarının asi olduğunu, (Padişah’ın kendisi  de İngilizlerin kuşattığı Başkent İstanbul’da adeta esir şehirdeki Sultan konumdayken ve hatta 17 Kasım 1922’de İngiliz savaş gemisi olan Malaya zırhlısına binerek ülkeyi terk eden) son Padişah Vahdettin Efendi hazretlerinin vatanı ve milleti düşmanlardan kurtaracağını, Mustafa Kemal ve adamlarının zorba, asi, eşkıya olduğu, padişaha ve dine karşı geldiği türden anlatımlarda bulunarak, bildiriler dağıttırılarak halkı yanıltmaya çalıştılar; kimi saflar, gafiller  onca yalan söylemlere inandılar; Mustafa Kemalci insanımıza nice eziyetler yaptılar, gözdağı vermeye çalıştılar.! Çanakkale’de bir abisini ve bir kardeşini şehit veren  İstiklâl Savaşı Gazisi Dedem Davutoğlu Hüseyin bile (Annemin babası) bu hainlerin, işbirlikçi namertlerin gazabına uğramıştı ..  Bu karmaşa ortamında kurnazlar ise bu fırsatı kendi çıkarlarına uygun buldulardı.! Bunlara rağmen Mustafa Kemal Paşa’ya inanan, güvenenler de mevcuttu.. Düşman işgali, düşman mezalimi sürüp giderken sonradan yanıldığını anlayıp Mustafa Kemal’e inananlar ve Millî Mücadele’ye katılanlar da oluştu.. 

Ne hazin bir tecellidir ki, Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da o işgal güçlerince birçok yurtsever aydın, birçok vatansever subay, bazı kuvvacı mebus tutuklandı; kimileri Bekir Ağa Zindanları’na atıldı, kimileri de Malta adasına sürüldü.! Böyle bir atmosferde Samsun’a çıkma girişimlerini sürdüren Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da İngiliz askerlerince tutuklanacağı ya da gemisinin yolda batırılacağı söylentileri yayılıyordu.. Mustafa Kemal Paşa, kendisine bu söylentileri aktaran Hamidiye Kruvazörü’nün ünlü komutanı Hüseyin Rauf (Rauf Orbay)’a;

“İstanbul’da İngiliz askerlerince tutuklanmaktansa İstanbul’dan Karadeniz’e açılıp geminin yolda batırılmasını yeğlerim. Çünkü yüzerek karaya, vatan toprağına çıkma, vatana hizmet etme şansım olur.!” (Gz.M.K.A.) türünden ifadelerde bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu sayede de düşman işgalinden “Kurtuluş”a ve yeniden “Kuruluş”a  yönelişin sağlanabilineceğini düşünüyor, “Millî egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” (Gz.M.K.A.) diyordu..

(Karadeniz ve Ege Denizi’nde korku salan Hamidiye Kruvazörü, İngiltere’de yaptırılarak 1905’te İstanbul’a getirilmiş; Balkan Savaşı başlayınca Hüseyin Rauf Bey (Orbay) komutasında Karadeniz’de görevlendirilmişti.. Balkan Savaşları’nın ağır yenilgi koşullarında halk ve askerin gözünde bir umut ışığı olan Hamidiye Kruvazörü 1918’e dek Karadeniz’de etkili olduydu.. Ama ne var ki, bu Rauf (Orbay) Bey, Bahriye Nazırı sıfatıyla Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın esaret fermanı(!) ki, muhtevasındaki 7’nci maddesiyle işgale zemin sağlayan  25 maddelik o şer Mütareke’yi (30 Ekim 1918) Osmanlı heyeti adına imzalayan kişiydi.!) Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın idam fermanı sayılan o şer Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı adına imzalayan Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Rauf Orbay), Lozan için baş temsilci olmak istediyse de Atatürk tarafından kabul edilmediydi, o Lozan’a İsmet (İnönü) Paşa görevlendirildiydi.!  Ki, Türklüğün Ata’sı vasfına haiz Büyük Atatürk’ün tabiriyle o “Lozan, Türk ulusu için siyasi zaferdir.”, “Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır.”] 

“Kurtuluş Savaşı’nın en ümitsiz günlerinde Meclis kürsüsünden Namık Kemal’e ait                     

      “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,

       Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini?” (N.K.)

dizelerini okuyan bir milletvekiline Atatürk’ün cevabı şöyledir:

       “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

        Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”

(Gz.M.K.A.) (13 Ocak 1921, TBMM)

Namık Kemal misali vatansever şair ruhlu olan, o saldırgan düşmanların engelleri yetmiyormuş gibi iç düşmanlarla da mücadele etmek zorunda kalan Gazi Mustafa Kemal Paşa, kurduğu Meclis’te kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmaya yönelen üç mebusun sinsi şer teklifi entrikasıyla da karşı karşıya kalmıştı.! 

İkinci Meclis Seçimi günlerinde, Mustafa Kemal, Kurduğu Meclis’e bile seçilememe durumuyla karşı karşıya kaldı.! Erzurum Mebusu Miralay Süleyman Necati (Güneri), Mersin Mebusu Miralay Hüseyin Selahattin (Köseoğlu), Canik (Samsun) Mebusu ki, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ından gelen Mehmet Emin (Geveci) tarafından ileri sürülen “Beş yıl belli bir yörede oturmuş olmak!” şartına uygunluk olma şartı bahanesiyle vekil seçilme hakkı elinden alınmak isteniliyordu.. (25 Kasım1922’de verilerek) Kanunlaşması teklif edilen maddelerden 14. Maddede; “Büyük Millet Meclisine seçilebilmek için, ya Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde kalmış yerlerin halkından olmak ya da bu seçim bölgelerinden birinde yerleşmiş olmak, göçmen olarak gelmişse yerleşmesi üzerinden en az beş yıl geçmiş olmak şart olunur.” diye yazıyordu!  

Vaktiyle Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın toprağı olan ve sonradan mevcut sınırlar dışında kalan Selanik’te (1881’de) doğmuş olan Mustafa Kemal’in; Trablusgarp’ta, Çanakkale’de, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Halep yöresinde, Sakarya’da, Dumlupınar’da düşmanlarla mücadele ederken belli bir yerde beş yıl oturması nasıl mümkün olabilirdi? Suçu, bu yörelerde vatan için vazife yapması mıydı? Mustafa Kemal’in koltuğunda gözü olanların gayesi, koltuk muydu yoksa Cumhuriyet’e giden yolda engeller çıkartmak mıydı? Ki, bunlar “Cumhuriyetçi” değildi.!

Cephelerde hiç mağlup olmayan komutan Mustafa Kemal Paşa, kendisinin seçilmesinin olanaksız kılınmak istenildiği yeni değişikliği öğrenince söz alıp tepki gösterdi! Beş yıl bir yerde oturmuş olsaydı ülke için yaptığı onca hizmetlerin yapılamayacağını anlattı.. Ve yüksek sesle; “Benim yurttaşlık haklarımı elimden almak yetkisi bu baylara nereden verilmiştir? Bu kürsüden, yüksek kurulunuza ve bu bayların seçim bölgesi halkına ve bütün ulusa soruyorum ve karşılık istiyorum!” (Gz.M.K.A.) diyerek tepkisini göstermişti. (2 Aralık 1922)

Ömrü savaş meydanlarında geçen, sürekli ülke görevlerinde bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya karşı böyle bir hileli kararın alınmak istenilişi nasıl bir anlayış, nasıl bir insanlıktı.! Sürekli önüne engeller çıkartıldı, suikastlar tertiplendi.! Mustafa Kemal Paşa, çok iyi biliyordu ki, bunca engeller şahsına değil, işgalden kurtuluşun oluşturulmasından ziyade oluşmasını planladığı ve kuruluşunu gerçekleştirdiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığına yönelikti.. 

Birinci Dünya Savaşı nedeniyle on farklı cephede savaşan (Kafkas Cephesi, Çanakkale Cephesi, Kanal (Süveyş) Cephesi, Irak Cephesi, Yemen Cephesi, Filistin Cephesi, Suriye Cephesi, (ve sınırımızın dışında) Romanya Cephesi, Galiçya Cephesi ve Makedonya Cephesi’nde vuruşan) Cihan İmparatorluğu Osmanlı, İngiliz güçlerini Çanakkale Savaşları yanı sıra Irak Cephesi’nin Bağdat dolaylarındaki Kut kentinde büyük bir hüsrana uğratmıştı.. Irak Cephesindeki o Kut’ül Amare Zaferi (29 Nisan 1916)  ile yenilgiye uğrayan İngilizler, ajan Lawrence’nin hileleriyle Arapları kandırıp Osmanlıya karşı kışkırtarak Kut’u yeniden işgal ettiler, Musul’a yöneldiler.. Mütareke’ye maruz kalan Osmanlı, Musul’a sefer düzenleyemedi.. Lozan’da elde edilemeyen Musul için İngilizler doğuda Şeyh Sait İsyanı’nı teşvik ettiler. (13 Şubat 192)  Mustafa Kemal’in Musul üzerindeki direncinin kırılması amaçlandığı aşikardı.! Ayaklanma bastırıldı (Mart 1925). Bu meyanda Mustafa Kemal’e yeniliklerinden dolayı Meclis içinden de muhalifler oluşmaya başladı.. İzmir’de kendisine yönelik bir suikastın tertiplendiğini öğrenen Mustafa Kemal Atatürk, bu suikastın, şahsından ziyade kurduğu yeni Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’in kazanımlarına yönelikliğini belirtmek için ulusuna ve dünya;

“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” diye seslendiydi.. (Atatürk, 26 Haziran 1926, İzmir) Bunun içindir ki, bu olayın ardından, milletimize ve tarihe bir belge olsun diye o ünlü “Nutuk” adlı kitabını yazmıştı (1927) ve son satırlarını o ünlü “Türk Gençliğine Hitabe”si ile tamamlamıştı..  

1919 ile 1927 yıllarının olaylarını, durumlarını ele alan Nutuk (Söylev), Kurtuluş Tarihi’miz açısından çok önemli bir belge niteliğindeki bir kitaptır.. Bu tarihi eser, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından, CHP’nin 2’nci Büyük Kurultayı’nda 6 günde (15/20 Ekim 1927), tam 36 saat 30 dakikalık tarihi bir sunumla halka bildirilmiştir.. Bu ünlü Nutuk (Söylev) kitabının sonunda şanlı şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin emaneti, ecdadımızın kutsal diyarı bu güzel Türkiye Cumhuriyeti’mizin ilelebet devamlılığının temininin sağlanılması için;

“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir..” diyor ve “Bütün ümidim gençliktedir.” dediği Türk Gençliği’ne “Ey Türk Gençliği! Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir.” (Gz.M.K.A.) diyerek çok önemli bir öğütte bulunuluyor, ulvi bir görev veriyordu.. Büyük Atatürk bu ”Nutuk”unu iyi ki yazmış ve halkımıza okumuştur; yoksa, herkes kendi kafasınca bir şeyler uydururdu gençliği, milleti yanıltmak için, belki de ecnebinin Sevr Bop tuzağına hizmet için.!

İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da ve Anadolu’muzun her bir tarafında yapılan o çetin savaşların zaferleriyle, Lozan’da tam istenildiği gibi olmasa da, masa başı zaferi sayılan “-‘Lozan Konferansları kazanımlarıyla’ Cumhuriyet’in ilanı oluştu, Türkiye Cumhuriyeti’mizin kuruluşu sağlandı.. (29 Ekim 1923) Onca zorlukların aşılmasından, nice acıların yaşanılmasının ardından ulaşılan Cumhuriyet için şöyle diyordu Gazi Atatürk;    

“Türkiye Cumhuriyeti halin bilincinden doğmuş olduğuna göre, ileriye ve yeniliğe uzun adımlarla yürümeye devam edecektir.” (01.9.1925), “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.”, “Cumhuriyet, ahlak üstünlüğüne dayanan bir ülküdür; Cumhuriyet erdemdir.”, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.”, “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (1923), Ki, “Gayemiz Türk halkını tamamen zamana uygun ve bütün anlam ve biçimleri ile medeni bir sosyal toplum durumuna ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel ilkesi budur.” (Kastamonu/30 Ağustos 1925)

Bir insanın ömrüne sığmayacak kadar yoğun ve ulvi çalışmalar yapan ve nice öğütlerde bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk; şahsi menfaati için değil, vatanın ve milletin huzur ve refahını düşündüğünü şu veciz sözlerindeki inceliğe bir bakalım;

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” (1920)

“Gerek askerlik, gerekse siyaset hayatımın bütün devir ve safhalarını dolduran mücadelelerimizde daima hareket düsturum millî iradeye dayanarak milletin, vatanın muhtaç olduğu gayelere yükselmek olmuştur.” (1920),

“Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.” (1921),

“Biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.”,

“Kendiniz için değil, bağlı bulunduğunuz ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur.”

Ki Atatürk’e göre “Cumhuriyet, ahlakî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.”

“Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün de Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.” diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Benim en büyük vasfım Türk oluşumdur.”, “Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.” demişti. Ve bu nedenle “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”, diyerek ecdadımızı tanımamızın ve anlamamızın gerektiğini belirten, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir.” diyerek çağdaş uygarlığımız için, yurdumuzun ve ulusumuzun huzur ve refahı için ilmin, fennin esas alınmasının gerektiğini savunan, “Unutmayınız ki, Cumhurbaşkanı bile sınıfta öğretmenden sonra gelir.”  diyerek okulun ehemmiyetini, ve öğretmenliğin ulviyetini de anlatan Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, istiklâlimizin ve istikbalimizin temeli sayılan laik eğitime, eğitimin de millîliğine ve çağdaşlığa çok önem vermiştir ve bizlere şöyle demiştir; “Müspet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık dileğidir.”, “Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakar ve muhterem unsurlarıdır.” (1 Mart 1923,TBMM) “Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetinizin ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır.” Ki, “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastedmiyoruz. Kastetdiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yolsa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir.” (Atatürk, 22.3.1923),

“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melânetten gelmiştir.” Ve bu nedenle “Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.” diyen Büyük  Önder Atatürk, irfanla gerçekleştirilen Türk Devrimleri’nin azimle korunmasının, dosdoğru savunulmasının isteğindeydi.. Bu nedenledir ki, “Arkadaşlar, Efendiler ve ey millet; iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakikî yol, medeniyet yoludur. Uygarlığın emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.” der. (Kastamonu, 30 Ağustos 1925),

“Müslümanları halife hülyasıyla hâlâ oyalamaya ve aldatmaya çabalayanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır.” (Atatürk), Bunun içindir ki, “Dini alet ederek, ecnebilerle işbirliği yapan yobazlara mürteci denir.” (1924, Adana Türk Ocağı). Bu nedenle “Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu tip yapılar din ve devlet düşmanı olduğu, Selçuklu ve Osmanlı’yı bu yüzden batırdığı için yasakladık.” (17 Aralık 1927), diyen Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün bu öğüdünün de çok iyi anlaşılması gerekir.. 

Ve yine iyi bilinmelidir ki, “Gericilere hoşgörü göstermek yüce bir terbiye göstergesi değil, bir milletin mutluluğuna, şerefine ve namusuna göz dikenlere hoşgörüdür ki, hiçbir zaman, hiçbir kişi buna izin veremez.” Ki,“Cehalet yenilmesi gereken en büyük düşmandır.” Din tacirleri de bu cehaletten yararlanmaktadır! Bu nedenle “Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir.”, “Din gibi temiz bir duygu, politika gibi kirli oyunlara alet edilemez. Din ait olduğu yerde, temiz vicdan sahnesinde yaşanmalıdır.” Çünkü, “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için hakiki dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, terakkinin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.” diyen Büyük Atatürk, İlk Mecliste, Başkanlığı esnasında Laiklik tartışılırken, konuşmasına laikliğin manasını anlayamadığını alaycı sözle başlayan bir zata, kürsüden, (Laiklik tanımı için) “-Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” demişti. 

Ki, “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.” diyen Atatürk, bir açılış esnasında, biri, hocayı ileri doğru iterek, Hoca Efendi dua etsin, der.  Bu söz üzerine Atatürk; “-Tanrı benim dilimden de anlar. Ona illâ anlamadığımız bir dille ne söylediğimizi iyice bilmeyerek dua etmek mi şarttır?” der. Ve bu nedenledir ki , Din alimi Elmalılı Hamdi Yazır’a Hak Kur’an’ın Türkçe mealini yazdırmıştır halkımız Kur’an’ı iyi anlasın diye..

(Eğitime, aydınlanmaya, kalkınmaya yönelik yeniliklere, yenilikçi Padişah II. Mahmut ile yeniden başlandıysa da gerileme devri durdurulamadı; fakat, Namık Kemal, Mustafa Kemal gibi vatansever aydınların yetişmesine katkı oluşturdu.. Bu aydınlarımız da kelle koltukta çabalarıyla yeni neslin eğitilmesine, bilgilenip aydınlanmasına, vatanın ve milletin kalkındırılmasına katkı sağladılar. Kendilerine minnettarız. Ruhları Şad Olsun.)

Ki, (Cumhuriyet öncesi dönemlerden bahsederek) “Şimdiye kadar izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir sebep olduğu inancındayım. Bunun içim bir millî Eğitim programından söz ederken, eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan var olan özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihi karakterlerimizle orantılı bir kültür kastediyorum. Çünkü, millî dehamızın tam gelişmesi, ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültürü, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle orantılıdır. O zemin, milletin karakteridir.” (Atatürk,1921) diye birçok öğütler veren, yol gösteren, ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın önderi olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yine diyordu ki;

“Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.” (Atatürk) Kültür, eğitim gereklidir.. Ve bu nedenlerledir ki, “Cehalet, yenilmesi gereken en büyük düşmandır!”  Ve çünkü, cehalet; gafletin,sefaletin, dalaletin ve hatta ihanetin müsebbibidir..

Savaşın yıkıntıları üzerine inşa edilen Cumhuriyet ile birlikte eksiklikleri hissedilen, zamanla karşılaşılan aksaklıklarla ortaya çıkan her alanda çalışmalar planlayan, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” (1930) tespit ve önerisinde bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğiyle kuruluşu gerçekleşen Cumhuriyet sayesinde müstemlekelikten, tebaalıktan kurtulduk; ümmetten millet olma hürriyetine kavuştuk.. Hürriyetimiz sadece askeri zaferlerle değil, sosyal, siyasal ve kültürel ve ekonomik zaferlerle de desteklenmeliydi. Bu nedenle, Harf-Alfabe Yeniliği, Kıyafet Kanunu, Laiklik anlayışı, Ölçü ve tartı ile ilgili yenilik, Saat ve Takvimde uygar zamanlamayı benimseme, Medeni Kanun, Kooperatifleşme gibi birçok uygarlaşmaya, kalkınmaya yönelik yenilikler ve yatırımlar Cumhuriyet’in getirdiği kazanımlardır.

Türklüğün ezeli ve ebedi düşmanı o haçlı emperyalizmin Türklüğe, Türk yurduna ve coğrafyamıza yönelik o düşmanlığı dün olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de BOP gibi, DAD ve Ilımlı İslam gibi sinsi tuzaklarla güdüleyebildiği dahili ve harici işbirlikçileriyle dinsel faktörlerle, etnik ve mezhepsel yöntemlerle, kirli senaryolarla, şer kumpaslarla devam edeceği unutulmamalıdır.! Ki, Malazgirt’ten (1071) Lozan’a (24 Temmuz 1923) dek süren o haçlı seferlerinin cephe mücadeleleri Lozan ile son bulmuştu.. Fakat, Ortadoğu bataklığında günümüzde veya yakın gelecekte oluşması muhtemel o Ortadoğu yangını kıvılcımlarının yurdumuza ve ulusumuza büyük zararlar verileceği bilinciyle “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!” prensibiyle şimdiden siyasi ve askeri tedbirlerin dosdoğru alınmasında fayda vardır.. 

“Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun, huzur ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur.” öğüdünde bulunan Büyük Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e göre; “Harp, zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.” Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar hezimetlerini atlatamayan o emperyalist haçlı Batı, o Lozan hezimetini de hâlâ atlatamamıştır.! O şer Sevr’in tarihin çöplüğüne atılmasını sağlayan, Cumhuriyet’e giden yolu taçlandıran, kapitülâsyonu (yabancıların ayrıcalıkları) kaldıran Lozan konusunda yanlışlıklar yapılmamalı, o haçlılara yeniden  kozlar verilmemelidir.! Bunun içindir ki, dün olduğu gibi günümüzde de kimilerince ısrarla anlaşılmak istenilmeyen o Lozan için Büyük Atatürk şöyle diyordu; “Lozan barış masasında söz konusu edilen sorunlar, yalnız üç-dört yıllık yakın geçmişe bağlı kalmıyordu. Yüzyıllık hesaplar görülüyordu..”, “Lozan barışı Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk ulusu için politik bir başarı teşkil eder.”(26.07.1927,Dolmabahçe Sarayı)

“Bu antlaşma (Lozan), Türk Milleti’ne karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) ile tamamlandığı sanılmış büyük suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir.” (G.M.Kemal Atatürk, 1927, Ankara)

Dünün işgalcileri ve yerli işbirlikçileri, yine sinsi entrikalar, kumpaslar, şer dayatmalar peşinde koşuşmaktadırlar.. Bunun içindir ki, yine büyük Atatürk’ün şu öğütlerine de iyice(!) kulak verelim;  “Mutlak ve sınırsız Egemenlik erki yalnız ve yalnız halkın kendisindedir. Halkın toplu halde kendini satması, kendine ihaneti ya da kötülük etmesi düşünülemez.”, Bu nedenledir ki, “Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil bütün millet fertlerinin, arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir.”(1923), Çünkü,“Egemenlik, hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez.” (1922), “Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir.”(1923), Bundan dolayıdır ki, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün programlarının ilkesi şu iki esastır: Tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız millî egemenlik.”(1923).

Mustafa Kemal’e, “Ordu yok!” dediler, “Kurulur” dedi. “Para yok!” dediler, “Bulunur.” dedi. “Düşman çok!” dediler, “Yenilir.” dedi ve tüm dediklerini yaptı. Ve o işgalden kurtuluşu ve bu güzel Türkiye Cumhuriyeti’mizin kuruluşunu sağladı.. Bu nedenlerledir ki;  

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” demişti Atatürk.  Ki, “Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek ve zekayı geliştirmektir. (Atatürk)

“Cumhuriyet, fazilettir; Cumhuriyet, yüksek karakterli koruyucular ister.”(Atatürk), “Aklı eren, yurdunu seven, gerçekleri gören kimselerden düşman çıkmaz.” (Atatürk,1923, Tarsus), Ki, “Yöneticilerin yanlış yapma lüksü yoktur. Bir yanlış karar; bir orduyu, bir ülkeyi hüsrana uğratabilir.” (Atatürk), “Önemle ve ciddiyetle derim ki, Türkiye Cumhuriyeti, kutsal tanıdığı bağımsızlığını ve egemenliğini savunmada hoşgörülü olamaz.” (Atatürk), “Pek değerli bulunsa bile, yurt savunmasını bir tek kişiye bağlı bulundurmak doğru değildir.”, Ki, “Bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat, kendi ırkından büyük tanıdığı insanlardan vefasızlık, felâket görmesi ondan daha acıdır. Bu, kalp ve vicdanlar için onulmaz bir yaradır.” (Atatürk) Bu nedenledir ki, “Kudretsiz dimağlar, zayıf gözler hakikati kolay göremezler. O gibiler Büyük Türk Milleti’nin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. Fakat zaman bütün hakikatleri en geri olanlara dahi anlatacaktır. Milletimizi vehimlerden kendini kurtarmağa muktedir hale getirmeye çok çalışalım.” (Atatürk, 19 Ekim 1925, Millî Eğitim ile ilgili Söylev ve Demeçleri)

Evet,“Hakikat” demişken Mustafa Kemal’in “Hakikat Nerede?” şiirine bir bakalım;

   Gafil! Hangi üç asır, hangi on asır,

   Tuna ezelden Türk diyarıdır.

   Bilinen tarihler söylememiş bunu.

   Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,

   Dinleyin sesini doğan tarihin,                          

   Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak,

   Yaşanan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.

   Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,

   Avrupa’nın Alpler’inde Oğuz torunları,

   Doğudan çıkan biz, batıda yine biz;

   Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.

   Hep insanlar kendini bilseler,

   Bilinir o zaman ki hep biriz.

   Türk sadece bir milletin adı değil

   Türk bütün adamların birliğidir.

   Ey birbirine diş bileyen yığınlar!

   Ey yığın yığın insan gafletleri!

   Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,

   Dünya o zaman görecek hakikat nerede,

   Hakikat nerede?

Mustafa Kemal (Askeri lisede şiir ve edebiyata merak saran Mustafa Kemal’e Yazı (Kompozisyon) öğretmeni şiiri yasaklamış, “Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır!” demiş..)

Sultan II. Abdülhamit Han Dönemi’nin baskıları nedeniyle Namık Kemal’i akşamları koğuşta yakalanmamak için herkes yattıktan sonra gizli gizli okuduğunun ızdırabını belirten Mustafa Kemal, özellikle II. Meşrutiyet’in (23 Temmuz 1908) ilanından sonra, askerlik ile ilgili birikimlerine dair yazılar yazmaya başladı.. Bu yazıları, a) Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih, b) Takımın Muharebe Talimi (1908), c) Cumalı Ordugâhı (1909), d) Tâbiye Tatbikat ve Seyahati (1911), e) Bölüğün Muharebe Talimi (1912), e) Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal (1918), adlı kitaplarda toplanmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise “Nutuk” (1927) ve “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” (1930, Manevi kızı Afet İnan adıyla yayımlandı) kitabını yazan Atatürk’ün son kitabı ise isimsiz yayınlattığı “Geometri” kitabıdır. (1937) (Büyük Atatürk’ün ayrıca, 1915-1918 yılları arasında Anafartalar, Doğu Cephesi ve Karlsbad kentindeki (Avusturya) hatıralarını yazdığı günlükleri de bulunmaktadır..)

Dört Kıta’ya ün salan, Üç Kıta’da hükmü olan, Ortaçağ karanlığındaki Avrupa’ya atının nalıyla medeniyet taşıyan, İkinci Viyana Kuşatması (1683) hezimetiyle duraksamaya ve gerilemeye, savunmaya yönelen, Trablusgarp’ın (1911/1912) ardından Balkanlar’ı da (1912/1913) yitiren Cihan İmparatorluğu Osmanlı’yı dara katan bir husus da Saray’ın aymazlığı, Şehzade kavgaları, Ordu’nun disiplinsizliği, bilimden ayrılıp hurafelerden medet arayışı, Türklerden gayrisinin ülkeyi kalkındıracağının sanılması ve devlet ricalinde gayrimüslimlerin bulunmasının oluşturduğu handikapların yanı sıra kapitülasyonlar nedeniyle üretimin azalmasına, gelirler kayıplarının oluşmasına rağmen müsrifçe tüketimin artmasıyla dışa bağımlığın oluşmasına neden olan dış borçlardı.! Büyük Atatürk’ün bu duruma yönelik de önerisi vardı;   

“Arkadaşlar! Bundan sonra pek önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, ekonomi ve bilim zaferleri olacaktır. Odumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler ülkemizi gerçek kurtuluşa götürmüş sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferlerimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım.” der. Çünkü O’na göre “Medeniyet öyle kuvvetli bir ışıktır ki, ona bigane olanları yakar, mahveder.” (Atatürk)

“Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin bel kemiğidir.”(Atatürk,1921)  Çünkü, “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, İktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam seferberlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir.” (1921) Bunun için “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla olur.” (Atatürk,1922) Bu nedenlerledir ki; “Cumhuriyet’imize verebileceğimiz en büyük armağan, gençlerimizin (millî bir şuurla) eğitilmesi olacaktır.” sözüyle de eğitime büyük bir önem verdiğine tanık olunan Ulusal Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Eğitim” için, “Eğitim Millî olmalıdır, eğitimde birlik olmalıdır.  Bilime ve birliğe dayalı laik eğitimle ancak çağdaş olunur, uygarlığa ulaşılır.” diye düşüncelerini sıralar ve der ki;

“Terbiyedir ki; bir milleti hür, müstakil, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.”(Atatürk, 22 Eylül 1924, Samsun’da Öğretmenler ile yaptığı konuşma) Çünkü, eğitimli, bilinçli gençlik, geleceğin teminatıdır.. Cumhuriyet, aydın düşüncelerle aydınlığa kavuşur, yurdumuz ve ulusumuz huzur ve refaha ulaşır.. Millî Eğitim sayesinde ulusallığımız ve ulusal bağımsızlığımız ebedileşir.. Gerçek vatanseverler, yurtsever ilgililer, bilinçli yetkililer hep bilirler ki, Millî Savunma, Millî Eğitim daima “millî anlayış”la başarılır; millî kalkınma, millî gelir daima millî yatırımlarla, yerli yatırımlarla, Cumhuriyet’in kazanımlarına doğru sahip çıkmakla ve millî üretimle sağlanır.. Çok iyi bilinmelidir ki, geliri doğrudan doğruya yabancıya giden hiç bir yatırım, hiçbir üretim yerli değildir, millî değildir.!

Gençliğimizin çağdaş  laik eğitimi ve öğrenimi çok önemlidir.. Dünün işgalcileri ve işbirlikçileri, kendi sinsi şer emelleri için , işgal yıllarının o şer Sevr’i hortlatmak için Türkiye Cumhuriyeti’mizin teminatı Türk Gençliği’mizin Atatürk Yolu’ndan saptırtılması gayretindedirler.! Millî Eğitim’imizde temel erek, Cumhuriyet aydınlığında  laik çağdaş nesiler yetiştirilmesinin teminin  devamlılığı iken, “dindar – kindar gençlik” yetiştirilmesi söylemi, temel eğitim sisteminden ayrılıp okul, anaokulu ve kreş çağındaki çocukların okul dışı yerlere yönlendirilerek eskiye yöneliş özentisi amaçlanıyorsa bu gaye neyin nesidir!? Bütün dünya insanlığı çok iyi biliyordur ki, çağdaş uygarlık yolunda ilimden, fenden laik çağdaş eğitimden sapma hayra alamet değildir.!

Çağdaş uygarlık yolunda bir hayli yol kat etmişken Senin edindirdiğin laik çağdaş temel eğitim hamlesi de sekteye uğratılmak isteniliyorsa bu tutum hayra alamet değildir Ata’m.! Bu tür aksaklıklara yönelik söylentilere rağmen İlkelerini ve Devrimlerini benimseyen, çağdaş aydınlık yarınlarımızın kılavuzu sayılan Atatürk Yolu’nu rehber edinen birçok insanımız yine gönlüyle, özüyle sözüyle şöyle demeyi sürdürmektedir;

“Cumhuriyetimize verebileceğimiz en büyük armağan, gençlerimizin Atatürkçülük yolunda eğitilmesi olacaktır.” Aydınlık çağdaş güzel yarınlarımız için Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlık Çağdaş Uygarlık Yolu’ndan gidecek Atatürkçü Gençlik yetiştirilmelidir..

“Bu milletle neler yapılmaz, neler başarılmaz.” diyen Atatürk, “Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hâle getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.” der. 

1934 yılında Atatürk soyarını alan, “Hayatta yegane üstünlüğüm Türk doğmaktır.”, “Biz dorudan doruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz.” ,“Bu memleket tarihte Türk’tü, bugünde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”(1923) diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Ankara’da bir toplantıda kendisiyle görüşen Rus sefirine, “Bu iki millet birbirine dost kalması arzumuz olmasına rağmen asla Bolşevik olmayacağız!” der. 

 “Türkiye Cumhuriyet’i mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”(29 Ekim 1923),

“Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki (ilerleme) ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet bilimdir.” diyen büyük Atatürk’ün, Cumhuriyet’imizle ilgili o ünlü Onuncu Yıl Nutku’nun içeriğini de iyi bilmek gerekiyor. “Türk Milleti!” hitabıyla başladığı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için; “En büyük bayramdır. Kutlu olsun!”, “Bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözüyle tamamladığı “Onuncu Yıl Nutku”nda;

“Büyük Türk Milleti!

On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizle uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. 

Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” sözünün ardından, (o metnin el yazısı orijinalinde)

Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden (Türk Milleti’nden) ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: “Beni hatırlayınız!” (Gz.M.K.A.) diye yazmıştı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin kurucusu Büyük Asker, Eşsiz Kahraman Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüz.! (Ekim1933)

Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın o haçlı emperyalizmin masa başı entrikalarıyla bu hallere düşmesi, Mütareke bahane edilerek ülke genelinde işgallerin başlaması kaygı ve hüzün vericiydi! Aydınlık olan ufuklarımızı entrika hünerlisi yandaşlarıyla birlikte karartmayı bir çıkar belirleyen o haçlı emperyalizmin dünkü onca şer oyunlarının bugünlerde de, yarınlarda da sergilenebileceği düşüncesiyle hareket ederek geçmişin o yanılgılarından ve o nice acılarından ibret almak gerekiyordu! Büyük Türk Milleti’nin millî iradesinin sarsılmasına ve saptırılmasına, ülke bütünlüğümüzün bozulmasına gayret gösteren Sevr özlemcisi o haçlı emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin sinsi şer entrikalarından korunmak için  ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün yol gösterici  “Gençliğe Hitabe”sinden, ışık verici, yol gösterici o nice veciz öğütlerinden ilham alıp bilgilenerek şehit ve gazilerimizin kutsal emaneti bu güzel vatanı savunup korumaya, kalkındırıp çağdaşlaştırmaya yönelik tedbirleri elden bırakmamak gerekiyor.. Bu nedenledir ki, Türklüğün ve Türkiye’nin ezeli ve ebedi düşmanı o haçlı emperyalizmin AB entrikasından, BOP tuzağından IMF batağından, Orta Doğu yangınından, çöl tuzaklarından daima uzak durulmalıdır! 

İyi bilinmelidir ki, 1923’ü sevmek ve saygı duymak; Andımızı, Atatürk İlkelerini ve Türk Devrimlerini sevmek ve saygı duymak ve dosdoğru uygulamak, Cumhuriyet’in kazanımlarına, millî tarıma, millî sanayiye, millî üretime, Ada’lar dahil tüm vatan toprağımıza, bayrağımıza ve ulusal bağımsızlığımıza onurluca sahip çıkmaktır.. Tarihimize, Türklüğe, Türkçe’ye, Andımız’a, Atatürk’e,  Atatürk İlkelerine ve Türk Devrimlerine sevgi ve saygı göstermeden 1923’ü 2023’te yücelteceklerine dair söylemde bulunan kimi takkiyecilere inanmak gaflettir ve hatta dalalettir.. Günümüzdeki siyasete yenilik, canlılık gelsin, imaj tazelensin gibi düşüncelerle “yeni” kelimesi kullanılmaktaysa da, “Türkiye”, kurulurken zaten yeniydi, bugün de yenidir, yarınlarda da yenidir ve de Türkiye’mizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’miz ilelebet payidar kalacaktır..” 

Evet, yine de iyi bilinmelidir ki, ortada gezinen kimi kelime oyunları, kimi laf ebeliği, bazen ufkumuzu karartmak amaçlı sis oyunlarıdır.! Kulağa hoş gelen “Yeni” sözcüğüyle veya kulağa hoş gelebilecek bu amaçla ilgili hafızaları karıştıracak kimi söylemlerin art niyetle kullanılmasına, dünün işgalcisi o haçlı emperyalistlerin istek ve önerilerine göre hareket eden veya edecek gafillerin, hainlerin çıkabilmesi ihtimaline karşı daima tedbirli davranmalıyız; kelime oyunlarıyla oynanmak istenilen sinsi şer entrikalara karşı uyanık bulunmalıyız..  Çünkü,  Atatürk’ün kurduğu Türkiye’nin, CHP’nin veya diğer siyasilerin “eski!-yeni!” söylemleri, “eski peynir- yeni peynir” misali eskisi yenisi söylemleri gibi yanılıp öze bağlı kalınmadığı sürece işlev doğru değildir, saygın değildir ve hatta iyi niyetlilikle amaçlanan iyileşmeye uygun değildir.!  Dünün işgalcisi ve Sevr paylaşım özlemcisi o haçlı emperyalizmin bu güzel Vatanımıza, Türkiye Cumhuriyeti’mize, Cumhuriyetimizin kazanımlarına yönelik öteden beridir süre gelen sisi şer entrikaları yine devam ededurmaktadır.! Unutulmamalıdır ki, çakal, koyun postuna bürünse de yine çakaldır.! Dün olduğu gibi günümüzde ve yarınlarda da bu güzel Cumhuriyet’imize yönelik sinsi şer emeller peşindeki dahili ve harici çakallara karşı daima uyanık kalınmalıdır.! Ulusallığımızın ve ulusal tam bağımsızlığımızın ebediliği için “Atatürkçülük”ten sapılmamalı, Atatürk Yolu’nda daima dosdoğru gidilmelidir..

Tarihin çöplüğündeki o nice Türk Devletleri, düşmanın saldırılarından ziyade, o düşmanın içerden edindiği, devşirdiği gafillerle, Türklüğün karşıtı hainlerle yıkım gayretlerine de yönelmişlerdir.. Unutulmamalıdır ki, dünün işgalcisi ve paylaşımcısı o haçlı emperyalizm, dün olduğu gibi bugün ve yarınlarda da  bazı oluşumlara ve hatta Atatürk’ün partisine de projelendirdikleri Türklüğün-Atatürkçülüğün karşıtlarıyla bu güzel vatanın çökertilmesine, o şer Sevr’e göre yıkılıp paylaşımına gayret göstermekte bulundukları asla unutulmamalıdır.! Koyun postuna bürünen çakallara adlanılmamalıdır.!  Çünkü, Türklüğün ve Türkiye’nin sinsi düşmanları dışarıda düşmanla bir olup içeride “millî söylemlerle, dini söylemlerle!” bizden yanaymış gibi nutuklarda bulunarak ülkemin insanını yanıltmaya çalışabilirler.! Bu gibi durumlarda da halkımızın yanılmaması için şöyle diyordu Başöğretmenimiz Büyük Atatürk;      

“Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda mevcuttur!” diyerek Cumhuriyet’in önemini, Sarays ve saltanata özlem gafletliliğinin uyarısında da bulunmuştu..  Ki, “Milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi talih ve geleceklerini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır. Bu kadar acı tecrübeler geçiren milletin bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır.” (1923) diye bir uyarıda bulunan Atatürk, geçmişin yanılgılarına, acılarına bir daha düşülmemesi için yine diyordu ki, “Efendiler, sırası gelmişken, muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın.” Ki, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bu öğüdünün de çok iyi anlaşılıp dosdoğru uygulanılması gereklidir.. Çünkü, dahili ve harici düşmanlar, dün, Selçuklu’ya da Osmanlı’ya da din kisvesiyle sızıp kötülük etmişti.! Benzeri gaflet ve dalalete bir daha düşülmemesini çok önemseyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki, bütün fenalıklar din kisvesi atındaki küfür ve melanetten gelmiştir.”(1923), öğüdünde bulunmayı da önemsemiştir.. Ki, Cumhuriyet sayesinde kulluktan bireyliğe, ümmetten millet olma erdemine ulaşmışken,  dünün işgalcisi o haçlı emperyalistlerce  ve işbirlikçilerince; yarınların nesillerine  dair “Kendisini padişahın ümmeti sanan, hilafete ve mandalığa özenen, Andımız’ın ulviyetini anlamayan, Türklüğüyle utanan, demirin-dağların eritilmesini de anlatan millî destanlarının adından çekinen kindar fertler sağlanmalı.!” türünden harici-dahili dayatma ortamı sağlanmak istenildiğinde, bu tür gaflet ve ihanetlere de fırsat verilmemelidir; Atatürk Yolu’nu saptırma peşindeki o haçlı emperyalizme ve o haçlı emperyalizmin sinsi şer yerli işbirlikçilerine daima onurluca karşı durulmalıdır..

Düşman işgalinden kurtuluşumuzun ve de yeniden kuruluşumuzun büyük önderi yüce Atatürk; batıya güvenmedi, batının yalanlarına, sinsi şer oyunlarına aldanmadı.! Fakat Büyük Atatürk, Batı derken; millî kültürümüzden ve ulusal benliğimizden sapmadan Batı’nın bilim, endüstri ve teknoloji gelişmelerinden yararlanılmasını bahsediyordu.. Bunun için,      

“Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alâkasız yaşayamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.” diyordu.!

Bursa’da (5 Şubat 1933, Bursa Nutku), “Türk Genci, devrimlerin ve rejimin (Cumhuriyet’in) sahibi ve bekçisidir diye seslenen Büyük Önderimiz, Ulusal Rehberimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, geleceğimizin teminatı gençlerimize Dumlupınar’da da şöyle seslenmektedir; 

“Gençler! Cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.”, “Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”(1924,Dumlupınar)

Uygarlığımızda, kalkınmamızda, özgürlüğümüzde ve barışımızda, huzur ve refahımızın temininde büyük etkileri olan Türk kadının çağdaş laik eğitimden yararlanmasını isteyen Atatürk diyor ki;

“Dünyada her şey kadının eseridir.”,

“Milletin kaynağı, toplumsal hayatın temeli olan kadın ancak faziletli olursa görevini yerine getirebilir.” Ki, “Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu Kadını kadar emek verdim,’ diyemez!”

“Büyük başarılar, kıymetli anaların yetiştirdikleri seçkin evlatlar sayesinde olmuştur.” diyen Atatürk, kadınlarımızla ilgili önemli bir hususu da belirtmek için demişti ki; “Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok; ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır! (Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacağı aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.) Ki, Dünyada ilk kez kadınlara milletvekili “Seçme ve Seçilme Hakkı”nın tanınmasını (5 Aralık 1934) sağlayan millî rehberimiz, ulusal önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tarsus’ta, istasyondan şehre ilerlerken o işgal günlerinden kurtuluşa yönelik Millî Mücadele günlerindeki gibi çete giysili bir kadın (ki o, İstiklâl Savaşı Kahramanlarımızdan Adile Çavuş) Atatürk’ün yolunu keserek ayaklarına kapanıyor ve gözyaşları içinde haykırarak “Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!” diyor. Atatürk, yüzü yanık bu Anadolu kadınını elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona:  

“Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.” diye seslenmişti.. (Atatürk, 17 Mart 1923,Tarsus)

Dün olduğu gibi günümüzde ve yarınlarda da Türklüğün ve Türkiye’nin harici ve dahili düşmanlarınca  ordumuz da sinsi entrikalarla, şer kumpaslarla tahrip edilmek ve o işgal yıllarındaki gibi dağıtılmak istenilecektir.! “Kanla irfanla kurulan bu Cumhuriyet’imizin sağlayıcısı aziz milletimizdir ve onun değerli ordusudur.” diye belirten büyük Atatürk, ordumuz için şöyle diyor;

“Ordumuz, yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır.” (1920, Ankara), “Askeri eylemler, siyasi eylemlerin ümitsiz olduğu noktada başlar. Ümidin güvenli bir surette geri dönüşü, orduların hareketinden daha hızlı hedeflere ulaşmayı temin edebilir.” (1922, İzmir), “Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve yeteneğinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.” (01.11.1937, TBMM),

“Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk Ordusu! Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.” (Ki, Atatürk, İstanbul’da hasta olarak yatakta yatmaktaydı. Bu nedenle Atatürk, Türk Ordusu’na hitaben yazdığı üç paragraflık bu yazıyı o zamanki Başbakan Celal Bayar’dan kendi adına Ankara’da Cumhuriyetin On beşinci Yıldönümü nedeniyle okumasını istemiştir. (29 Ekim 1938)

“Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa, tam bir hayata sahip olamaz.”, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”(1923, Adana), diyen eşsiz kahraman Atatürk, Şam’a göreve gittiğinde orada “Vatan ve Hürriyet” derneğinin (1906) kuruluşunu gerçekleştiriyor. Daha sonra Selanik’te de bu derneğin şubesini açan Mustafa Kemal, memleket sorunlarını daha geniş kitlelere ulaştırmak için gazetelerden yararlanıyor, yazılar yazıyordu. Bu yazılar sayesinde halk bilgilendiriliyordu.. Bu nedenledir ki, 

“Basın, milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatan ve irşatta, bir millete muhtaç olduğu fikri gıdayı vermekte, hulâsa bir milletin hedefi saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde, başlı başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir.”(1922),

“Türk basını milletin gerçek sesini ve isteminin belirdiği Cumhuriyet etrafında çelikten bir kale meydana getirecektir; bir fikir kalesi, anlayış kalesi. Basından bunu beklemek, Cumhuriyet’in hakkıdır. Bugün milletin içtenlikle birleşmiş ve dayanışmış bulunması zorunludur. Kamunun esenliği ve mutluluğu bundadır. Mücadele bitmemiştir. Bu gerçeği milletin kulağına, milletin vicdanına gereği gibi ulaştırmada basının görevi çok ve önemlidir.” diyerek Türk basınının önemini ifade etmiştir. (5 Şubat 1924, İzmir’de Gazetecilerle)

Askeri zaferlerimizin peşi sıra; sosyal, siyasal, kültürel, tarımsal ve endüstri zaferlerinin peşinde koşuşturup bu kutsal vatanımız sathında daima aydınlık güzel yarınların oluşması için çok ve büyük çalışmalarda bulunan, “Çalışmak ve başarı aramak herkes için temel ilke olmalıdır.” Bu nedenle, “Daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.” diyerek azimle çalışmamızı öğütleyen, “İki Mustafa Kemal vardır. Biri, ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealdir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı? Feyiz milletindir, benim değil.” (1935) demişti. 

“Benim Türk Milleti’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir. Siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar edersiniz. Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir.” (11 Ocak 1935), “Özgürlüğün, eşitliğin ve adaletin dayanak noktası millî egemenliktir.” diyen Ulusal Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, “Her fabrika bir kaledir.” sözünü de çok iyi anlamak gereklidir. Kalelerimizi de her türlü düşmanın sızmasına karşı dosdoğru korumalıyız aydınlık güzel yarınlarımızın teminatı için..

“Büyük davamız, en medeni ve müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir.”(1937),   

“Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini  daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.” diye seslenen Millî Önderimiz Eşsiz Kahraman Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüz; bir insanın ömrüne sığmayacak kadar çok olan çalışmalarda bulunmuştur.. Ecdadımızın kutsal emaneti kutsal bu güzel vatanımızın ve aziz milletimizin hürriyeti, istiklâli ve istikbali için büyük bir azimle yaptığı o nice mücadeleleri, gayretleri, çok çalışmaları sonucu fani bedeni yorgun düştü ve 1938 yılının 10 Kasım’ında saat 9’u 5 geçe (9,05) fani bedeni ebediyete intikal etti! Gönlü insanlıktan yana olan bütün dünya bu tecelliye üzüldü.. Yurdumuzda ve dünyada büyük bir matem oluştu! Bu büyük insanın, bu yüce Atatürk’ün ölümüne bütün dünya üzüldü. Her 10 Kasım’larda anmalar başladı.. 

(Tüm bunlara rağmen içimizdeki kimi hainler hâlâ Sevr Bop’a hizmet için Büyük Atatürk’ümüze ve onun en büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’ne, bu Cumhuriyetin kazanımlarına kindarlık peşindeyken, koyun postuna bürünmüş çakallar misali o sinsi şer çakallıklarını gizlercesine şirin söylemlere yönelseler de, asla unutulmamalıdır ki, çakal, köprüyü geçmek için koyun postuna bürünse de yine çakaldır.!)

İsmet Paşa’nın da Büyük Atatürk’ün vefatıyla ilgili söylediği şu sözleri çok anlamlıdır;

“Atatürk, tarihte uğradığımız en zalim ve haksız itham gününde meydana altmış, Türk milletinin masum ve haklı olduğunu iddia ve ilan etmiştir. İlk önce ehemmiyeti kavranmamış olan gür sesi, asla yıpranmayan bir kuvvetle, nihayet bütün cihanın şuuruna nüfus etmiştir.

En büyük zaferleri  kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk milletinin haklarını, insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hak ettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir..

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” dediği zaman, kendi engin ruhunun, hiç sönmeyen aşkını en manalı bir surette hulusa etmiş idi.. 

“Devletimizin banisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi, insanlık idealinin aşk ve mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk, Vatan Sana Minnettardır.” (İsmet İnönü, Kasım 1938)

Bütün ömrünü hizmetine verdiğin Türk milletiyle beraber senin huzurunda tanzim ile eğiliyoruz. Bütün hayatında bize ruhundaki ateşten canlılık verdin. Emin ol, aziz hatıran, sönmez meşale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutacaktır.” (İsmet İnönü- 2. Cumhurbaşkanı, 21 Kasım 1938)

Hürriyetimizin, istiklâlimizin, düşman “İşgalden Kurtuluş”umuzun ve “Yeniden Kuruluş”umuzun sağlayıcı önderimiz olan bu yüce Türk   Atatürk’e minnettarlığımızı belirten anma günlerimizde; emanet ettiği Lâik Cumhuriyet’in ve değerlerinin korunmasına yönelik kararlılığımızın belirtilmesi için yapılan etkinliklerde büstlerine çiçeklerin, çelenklerin konulması, etkinliklerin yapılması bir sevgi, saygı ve özlem göstergesidir; ulusal ve onursal bir millî görevdir.! Oysa hilafet ve saltanat özlemcileri, kindarlar, mandacılar, takkiyeciler; 10 Kasım Atatürk’ü anma, anlama ve yolundan dosdoğru gitmeye dair ant günümüzü, Millî Bayram’larımızın coşkuyla kutlanılmasını öteden beridir kabullenemiyor!. Bundan daha vahimi, daha üzücüsü ise, bazı nedenlerle iptal, yasak ve engellemelerin gündeme gelmesiyle bu önemli millî günlerimizin unutturulması gayretleri varmış gibi bir izlenimin oluşmasıdır!! İyi bilinmelidir ki, 10 Kasım’lar; Ata’mıza minnettarlığımızın belirtilmesi, sevgi, saygı ve şükranla anma, anlama ve  Büyük Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık yolundan gitmeye ant günüdür.. Millî bayramlarımız ise, dünden ibret alıp aydınlık mutlu yarınlarımızın devamlılığı için millî tarih bilincinin pekiştirmenin yanı sıra dünkü düşman işgalinden kurtuluşumuzun ve yeniden millî kuruluşumuzun sevinci ve bu mutluluğun paylaşımı ve de büyük önderimiz Atatürk’ümüze ve bu vatanın istiklâl ve hürriyeti için kan döken, can veren şehit ve gazilerimize minnettarlığımızın belirtilişi günlerimizdir.. Bu nedenledir ki, “İlkemiz, Atatürk’ün İlkesi; Ülkümüz, Atatürk’ün Ülküsü; Yolumuz Atatürk’ün Yoludur.”

Düşman işgalinden ve o düşmanların mezaliminden “Kurtuluş”umuzun sağlayıcısı ve yeniden “Kuruluş”umuzun mimarı büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü daima özlemle anmak ve anlamak, O’nu ve en büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’mizi ve Cumhuriyetimizin kazanımlarını Türklüğün düşmanlarına karşı daima onurluca dosdoğru savunmak millî bir görevdir.. 

Büyük Atatürk’ün Belirttiği İlkeler’ini ve devrimlerini savunmak, sadece kurduğu partinin değil, bütün Atatürkçü vatanseverlerin görevidir;        

1- “Türk ulusunun yaradılışına ve alışkanlıklarına en uygun düşen yönetim, Cumhuriyet yönetimidir.” diyerek Türkiye’mizin temel sisteminin “CUMHURİYETÇİLİK” olduğunu belirten,  

2- “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk Topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (1930) diyerek “MİLLİYETÇİLİK” (Ulusçuluk) kavramını önemseyen,

3- “Köylü Milletin Efendisidir.” diyerek, halkın yaşamının iyileşmesine çalışılması için “HALKÇILIK”a önem veren,

4- “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla olur.” diyerek “DEVLETÇİLİK” kavramını önemseyen,

5- “Efendiler, ey millet; biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz.  En haki tarikat, medeniyet yoludur.” diyerek “LAİKLİK” kavramına değinen,    

6- “Türkiye’mizin her alanda çağdaş uygarlık yolunda gerekli her şeyin, her adımın geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir.” diyerek müspet bilimle, çağdaş düşünceyle tez yapılmasını hedefleyen “İNKİLAPÇILIK” (DEVRİMCİLİK) ilkeleriyle ve de yenilikleriyle bu güzel Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin ve de Cumhuryet’in kazanımlarının ebedi kılınmasını amaçlayan Büyük Devlet Adamı Ey Yüce Atatürk, sana minnettarız; ruhun şad olsun..

Ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak ve doğru anlamak millî görevdir.. Bu güzel yurdumuzu ve aziz ulusumuzu bölüp paylaşım gayretine bulunan o Sevr heveslisi haçlı emperyalizmin ve sinsi şer işbirlikçilerinin, takkiyecilerin kendilerine engel saydıkları millî önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik engellemeler nasıl unutulur! “En büyük düşman cehalettir!” diyen büyük Atatürk’ün işgalden “Kurtuluş” ve “Kuruluş” için yaptığı o mücadeleleri, onca çalışmaları nasıl unutulur? Eşsiz kahraman büyük Atatürk’ü, resmini, hitabesini ve o nice veciz öğütlerini unutturma oyunu söylentileri bile hayra alamet değildir! Çok iyi bilinmelidir ki, millî önderimiz, ulusal rehberimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak, anlamak ve alanlarda da özlem ve coşkuyla yâd etmek; bu güzel vatanın istiklâl ve hürriyetine daima bilinçle ve azimle sahip çıkmak demektir.. Bu nedenledir ki, Atatürk’ü anmak ve Gençliğe Hitabe’sini ve o nice veciz sözlerini Anlamak, verdiği sorumlulukları azimle dosdoğru yerine getirmek Millî Görevdir.

Ey Ölümsüz Önderimiz, ey Eşsiz Kahraman Komutanımız, ey Ulusal Liderimiz, Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; ruhun şad olsun!  Birinci vazife ile görevlendirdiğin Türk Gençliği,  Türk Aydını, Türk Halkı, ecdadımızın yüce emaneti olan Türk vatanını ve bin bir güçlüklere rağmen kanla irfanla oluşturduğun Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, Türk yurdunu ilelebet, muhafaza ve müdafaa edecektir. Kutsal emanetin Lâik Cumhuriyet, Cumhuriyetçilerince, Türk milletince ilelebet yaşatılacaktır.!  

Ey Büyük ATATÜRK; (işgal yıllarındaki karşılaşılan kumpaslar gibi) Sizin çağdaş uygarlık yolundan gitmeye azimli yurtsever aydınlarımıza, vatanperver subaylarımıza, şanlı ordumuza harici ve dahili düşmanlarca dünün benzeri şer kumpaslar, sinsi entrikalar tertiplense de ve hatta şer entrikalar tertiplenilmek istenilse de, senin “aydınlık meşalesi” diye tabir ettiğin aydınlık çağdaş uygarlık yolunun yılmaz savunucusu Atatürkçü aydınlarımızı, Atatürkçü gençliğimizi susturmaya çalışsalar da,  bin bir emeklerle, nice zahmetlerle, öncülüğünü yaptığın o nice şehit ve gazilerimizin destekleriyle, kanla irfanla kurduğun Cumhuriyet’in aydınlık yarınlarının devamlılığı için takipçisi olmasını amaçladığın o siyasal partine de, ilkelerinin ve devrimlerinin karşıtları sızarak en büyük eserin olan Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanetler, kumpaslar, entrikalar düzenlenilmek istenilse de yine de diyoruz ki;

Cumhuriyet’imizin Banisi, Ulusallığımızın ve Ulusal Bağımsızlığımızın Önderi Ey Büyük ATATÜRK; “İlken, İlkemiz; Ülkün, Ülkümüz; takip edilmesini istediğin Çağdaş Uygarlık Yolun, Çağdaş Uygarlık Yolumuzdur.” 

Ey Ölümsüz ATATÜRK, sizlere, dehanızla önderlik ettiğiniz o şanlı şehitlerimize ve kahraman gazilerimize, İstiklâl Savaşı’mızın kadınıyla kızıyla, genciyle yaşlısıyla yurtsever bütün isimsiz kahramanlarımıza daima minnettarız.. Ebediyette huzur içinde rahat uyuyunuz.. Mekanınız Cennet, Ruhunuz şad olsun.. İrfanla kurduğunuz Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Cumhuriyetin kazanımlarına, inançla kurduğun siyasi partiye yine dünün dış düşmanları ve düşmanın dahili sinsi şer mihrakları  yine sinsilikler, şer kumpaslar peşinde koşuşsalar da büyük bir gururla ve onurla “Mustafa Kemal’in Askeriyiz” diyen Türk Gençliği, yurtsever Türk Halkı senin aydınlattığın çağdaş uygarlık yolundan ayrılmayacaktır; vaktiyle İlke bellettiğin, rehberlik ettiğin çağdaş uygarlık yolundan azimle dosdoğru gidecektir.. Gösterdiğin yoldan dosdoğru ilerleyerek Ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın sağlayıcısı en büyük eserin Türkiye Cumhuriyeti’miz, tarih boyunca ebediyen yaşatılacaktır.

Kemal KOÇÖZ (E.Eğitimci) ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Karasu Şubesi Kurucu (eski) Başkan