‘Cumhuriyet ulusal bir onurdur’

Paylaş:

29 EKİM VE CUMHURİYET

Ülkemizde kem gözler artıyorken giderek,

Baş önder Atatürk’ü iyi anlamak gerek!

   Kaderin cilvesine olup dursan da pişman;

   İstenmeyen bir harbe zorladı bizi düşman.!

On farklı cephelerde birden oluştu savaş;

Düşman kumpaslarını unutma ey arkadaş!

   Kimden, nerden türedi şu meçhul müzakere?

   Nasıl unutulur ki, dünkü şer Mütareke?

Şer ağla sarmalanmış aslan gibiydi ordum.!

İzmir’in işgaliyle yasa büründü yurdum.!

   Yok edilmek istendi İstiklâli milletin;

   Vebali çok büyüktü Sevr gibi bir illetin.!

Büyük bir azim ile Ata’m gitti Samsun’a;

Tamim ve Kongrelerle ışık saldı Vatan’a..

   Manda ve himayeler kabul edilemezdi!

   Ecnebiye imtiyaz asla verilemezdi.!

Onca fetva fermanlar yanılttı halkımızı.!

Mustafa Kemal Paşa savundu hakkımızı!

   “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” parolaydı savaşa!

   “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!” bir simgeydi barışa!

Sahip çıkılmalıdır Misak-ı Millî’mize,

Güzel yarınlar için görev var hepimize!

   O savaş günlerinde nice yaşandı cefa;

   Şehidimiz, gazimiz bizden bekliyor vefa!

Meşalemiz ışısın, oluşmasın kara gün.!

Vatanın önemini anlama günü bu gün!

   Türk’ün, tarih boyunca ilkesidir Hürriyet;

   Coşkuyla haykıralım: Yaşasın CUMHURİYET!

Kemal KOÇÖZ

29 EKİM VE CUMHURİYET ulusal bir onurdur, millî bir gururdur.. Dünkü düşman işgalinden ve mezalimlerinden kurtuluşumuzun ve yeniden hürriyetimize kavuşuşumuzun ve hatta aydınlık güzel yayınlarımızın ebediliğinin teminatı destanı olan, yeniden ulusallığımıza ve ulusal tam bağımsızlığımıza kavuşmamızın ulviyetini dillendiren, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin resmen tarihe ve bütün dünyaya ilan edilişinin günü olan 29 EKİM; Ulusallığımızın ve Ulusal Bağımsızlığımızın ebediliğini taçlandıran gündür. Bu güzel günümüz, en büyük bayram Cumhuriyet Bayramı’mız Kutlu Olsun.

Birinci Dünya Harbi (1914-1918) sonucu gündeme gelen Mütareke (Mondros Mütarekesi-30 Ekim 1918) bahanesiyle o emperyalist haçlı batılılarca tarih sahnesinden yok edilmek istenilen, dahili düşmanlarca ihanete uğrayan Türk ulusumuzun ecdat yadigarı ebedi yurdu bu güzel “Vatan”ımızın yüce kurtarıcısı Büyük Asker Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün önderliğiyle yeniden elde edilen hürriyetimizin, ulusal bağımsızlığımızın ve vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütünlüğümüzün tarih boyunca ebediyen sürüp gideceğinin sönmeyen meşalesi ulviyetindeki en büyük bayramımız -29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI-; şanlı Ecdadımızın, Şehit ve Gazilerimizin emaneti bu kutsal vatanımızın ufuklarını daima aydınlatsın, Ulusallığımızın ve ulusal tam bağımsızlığımızın ebediliğine ilham olsun..

“Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız.” (Gz.M.K.A.) diyen, “Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”(Gz.M.K.A.) diyerek müspet bilimin önemini belirten yüce Atatürk, bu güzel Cumhuriyet Bayramı’mız için “Bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.” (Gz.M.K.A.) “Ne mutlu Türk’üm diyene!” (Gz.M.K.A.) demekteydi.. (Cumhuriyetin 10. Yıl Nutku,1933) Emeğine ve bu güzel eseri Cumhuriyet’e minnettarız. Ruhu şad olsun.

Cumhuriyet, Halkın, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimidir.. Büyük Atatürk’ün “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.” (Gz.M.K.A.). sözünün temeli sayılan Parlamenter Meclis sistemine dayalı bulunan “Cumhuriyet, yüksek ahlaki değere ve niteliklere dayanan bir idaredir; Cumhuriyet fazilettir.”(Gz.M.K.A.). Bunun için olsa gerek, “Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister.” (Gz.M.K.A.) öğüdünde bulunan millî rehberimiz, ulusal önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk; “Ulusal egemenlik, milletin namusudur, haysiyetidir, şerefidir” (Gz.M.K.A.) demişti işgale karşı direnişin gerekliliği için, vatanın ve milletin yenden hürriyetinin temini için.. Çünkü, düşman işgalinin yaygınlaştığı bir yerde “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.”(Gz.M.K.A.). İşte bunun içindir ki, “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” (Gz.M.K.A.). (22 Haziran 1919, Amasya Tamimi), düşman mezalimine uğrayan cefakar Anadolu halkının, bu güzel Anadolu toprağının o düşman işgalinden ve mezaliminden kurtuluşunun ve hatta bu güzel Cumhuriyet’imizin, Türkiye Cumhuriyeti’mizin kuruluşunun temini için Millî Mücadele’yi başlattıydı..

[“Sarsılmaz, yıkılmaz!” sanılan Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın, İkinci Viyana Kuşatması’nda (1683) kuşatmaya ramak kala gaflete düşülerek kuşatmanın geciktirilmesi sonucu karşıki tarafa desteğin yetişmesiyle, planlamadaki yardımına güvenilenlerin hıyanetiyle oluşan, itaatsizlikler sonucu yaşanan ve Estergon Kalesi’nden Tuna’ya atılırcasına oluşan o bozgunun ardından Avrupa’daki ihtişamı azaldı.. Saray’da olumsuzlukların baş göstermesi yanı sıra gelirlerdeki ve üretimdeki azalmalara rağmen gösterişe yönelişlerin çoğalması nedeniyle giderlerin artmasıyla mali sıkıntıların oluşması ve ele avuç açıp borçlanmanın başlaması, o ecnebi papaz uzantılarının ve misyonerlerin dincilik teşvikiyle gelişen tarikat, cemaat gibi oluşumların etkisiyle de eğitimde, üretimde ve yönetimde bilimden uzaklaşıp hurafelerden medet umma anlayışına yöneliş, kimi şehzadelerin katledilmesi olayı, askeri sistemdeki disiplinsizlik ve çarpıklıklar, (Ki, ecnebi kökenli kimi Valide Sultanların da kışkırtmaları yanı sıra, ulufelerini de yetersiz bulan Yeniçerilerin ayaklanmaları ve hatta tüfekle talimi kabul etmeyip kazan kaldıran o Yeniçeriler, sadrazam değişikliği nedeniyle Sipahilerle üç gün boyunca İstanbul sokaklarında muharebe etmeleri (6 Şubat 1603), Kapıkulu Ayaklanması (Mart-Haziran1632) olayları) gibi başkaldırışlar ve isyanlar nedenleriyle ordunun gereği başarıyı gösterememesi, devşirmelerden devlet ricalinin oluşturulması, kaybedilen savaşlar, İnebahtı Deniz Faciası (1571) gibi çeşitli olumsuz nedenlerle Gerileme Dönemi’ne maruz kalındı..]

-Hürriyete, Cumhuriyete giden yol birçok engellerle doluydu.. Cihan İmparatorluğu Osmanlı, II. Viyana hüsranından (1683) sonra Mohaç’ta(1687), Mora’da(1699), Navarin Deniz Faciası’nda (1827), 93 Harbi’nde (hem Tuna cephesinde hem de Kafkasya’da aynı andaki 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi) ve ardından Trablusgarp (1911) hezimeti ve peşinden oluşan Balkan Savaşları (1912) ve bu savaşın ardından gelişen Birinci Dünya Savaşı yangını esnasında büyük yaralar alıp sarsılmıştı.! Birinci Dünya Harbi, Osmanlı’nın .On farklı geniş bir cephede çarpışmak zorunda kaldığı büyük bir savaş idi.! (1- Kafkas Cephesi, 2- Çanakkale Cephesi, 3- Kanal Cephesi, 4- Irak Cephesi, 5- Filistin Cephesi, 6- Hicaz-Yemen Cephesi, 7- Suriye Cephesi; ve hariçte: 8-Makedonya Cephesi, 9- Galiçya Cephesi, 10- Romanya Cephesi diye bilinen) On farklı cephelerde oluşan o savaşların en çetini, “Çanakkale Geçilmez!” diye destanlaşan Çanakkale’de olduydu.! Üstün bir donanmaya, modern silahlara, çok sayıda askere sahip olan o haçlı emperyalizmin, Çanakkale’de büyük bir hüsrana uğratılmasına rağmen, kahramanlık destanlarının yazılmasına vesile olan o tarihi destan Çanakkale Zaferi ile o Çanakkale Savaşları’nı kazanmamıza, düşmanları o üstün savaş gemileriyle Çanakkale Boğazı’nın geçirtilmemesi ve böylelikle varmayı planladıkları İstanbul’a ulaşımlarının engellenilmesine, (Ve hatta, Türklüğün düşmanı o İngiliz ajanı Lawrence tarafından kandırılan o Arapların bin bir çeşit ihanetleriyle o yıl içinde tekrar İngiliz hakimiyetine geçen Irak Cephesi’ndeki Kut kenti dolayında savaşılan bir İngiliz birliğinin komutanlarıyla birlikte teslim alınarak oluşan29 Nisan 1916’daki– o Kut’ül Amare Zaferinin oluşmasına) rağmen müttefiki olunan Almanya’nın, dört yıl süren o kanlı savaşın sonucunda oluşan o yenilgisi yüzünden Cihan İmparatorluğu Osmanlı da yenilmiş sayıldı.! Birinci Dünya Savaşı yenilgisi sonucu, Cihan İmparatorluğu Osmanlı’ya dayatılan Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) dayatmaları bahanesiyle Ecdadımızın kutsal emaneti bu güzel vatan toprağımız, düşman işgaline paylaşıma ve mezalimlere, yokluğa kıtlığa maruz kaldı.! Yakıp yıkan, vahşi saldırılara başlayan, yaşlılarımızı, hamile kadınları süngüleyen, çocukları dipçikleyen, her türlü vahşiliklere, mezalimlere yönelen o işgalci düşmanların bu güzel yurdumuzdan sökülüp atılması için ingilizin, fransızın, yunanın, ermeninin, rumun onca saldırgan güruhlarına karşı yöresel direnişler başlatıldı; o işgalci emperyalist saldırgan haçlı düşmanın mezalimlerine karşı, topla tüfekle, kazma kürekle, elde ne varsa onunla karşı koyuşlar yapıldı..

(Ne hazindir ki, o düşmanların dahili işbirlikçileri de zaman zaman o işgalci düşmanlar gibi ve hatta onlardan daha fazla mezalimlerde de bulunduydular Kuvayı Millîyecilere, Kuvayı Millîye yandaşlarına karşı.. Ki, İstiklâl Savaşı Gazisi dedem de (Annemin babası Gazi Hüseyin ACAR) İstiklâl Harbi yılları esnasında düşman işbirlikçisi o dahili hainlerin mezalimlerine maruz kalanlardandı.!)

“Bir memleketi işgal ve zapt etmek, o memleketin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zabt olunmadıkça, o milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkânı yoktur.” (Gz.M.K.A.). (30 Ağustos 1924/Dumlupınar) anlayışında olan ve bu nedenle geleceğin sağlam temelleri için (olsa gerek) “Biz her şeyi geçliğe bırakacağız. Geleceğin ümidi, lşıklı çiçekleri onlardır. Bütün Ümidim Gençliktedir.”(Gz.M.K.A.). diyen Yüce Atatürk, “Cehalet, yenilmesi gereken en büyük düşmandır.” (Gz.M.K.A.) diyerek halkın bilinçlenmesini, gençliğin doğru eğitilmesini, yeni neslin iyi yetiştirilmesini istemişti.. Ki,-Bilimin, medeniyetin ezeli düşmanıdır cehalet; hep de bu şer cehaletten geldiydi bu güzel yurda bunca büyük felaket.! Vaktiyle dört Kıta’ya nam salan, Üç kıtaya atının nalıyla medeniyet taşıyan, Orta Çağ Avrupa’sının karanlıktan kurtulmasına, hurafelerden arınmasına, mezhep savaşlarının son bulmasına ve medeniyet için ilme, fenne, teknolojiye yönelmesine katkılar sağlayan Türklüğün son imparatorluğu Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın, zaman içinde ilimden, fenden, teknik ilerlemeden uzaklaşıp adeta hurafelerden medet umar hale gelmesi; düşmanın sinsi şer iltifatlarına aldanıp üretimden uzaklaşması ve ekonomideki gerilemesi; kapitülasyonlar ve Hıristiyan azınlıklara tanınan imtiyazlar yüzünden gelirlerin azalması, dışarıdan borç para alınması; taht kavgaları ve yeniçerideki disiplinsizlik, devlet ricalinde Türk’ten gayrisine yüksek mevki makam verilmesi, Türklüğün düşmanlarının önemli yerlere sızmaları nedenleriyle üst üste gelen aksaklıklar yüzünden düzenin sarsılması; sosyal ve siyasal gelişmelerdeki yeniliklerin umursanmazlığı ve hatta “günahtır!” anlayışıyla yeni gelişmelere ayak uydurulamaması, karşı çıkılması yüzünden maruz kalınan çalkantılar esnasında Trablusgarp’ın ardından Balkanlar’da da güç ve toprak kayıpları oluştu.. Bu meyanda, Avrupa’da sanayinin gelişmesi, endüstri ürünlerine yeni yeni pazar arayışları, sömürge alanlarıyla ilgili anlaşmazlıkların oluşturduğu gruplaşmalarla Avrupa’nın göbeğinde baş gösteren çatışmalara kıvılcım oluşturan olay, Avusturya Veliahdının bir sırplı tarafından (28 Haziran1914’te) öldürülmesi sonucu oluşan Birinci Dünya Savaşı yangınından korunmaya çalışılırken, bir yandan da (Enver Paşa ve maceraperest fikirdaşı birkaç arkadaşınca) Balkanlar’da kaybedilen o yerlerin yeniden elde edilmesi arzusu da depreşiyordu.. İçine çekilmek istenilen Avrupalı Devler Savaşı’nda, o emperyalist haçlı batılılara tez elden tarafsız kalınacağı, savaşa girilmeyeceği belirtildiyse de (iki İngiliz zırhlısının önünden kaçarak Çanakkale’ye gelip Osmanlı’ya sığındığından) Osmanlı’nın satın aldığını söylediği ve Osmanlı bayrağını çektirdiği Goben (Yavuz) ve Breslav (Midilli) adlarındaki iki Alman muhribin (Enver Paşanın bilgisi dahilinde) Alman mürettebatıyla bir gece (28/29 Ekim1914) Karadeniz’e açılıp Rus kıyılarını, limanlarını topa tutması nedeniyle(!) 1914 yılında (Kasım 1914) fiilen yer almaya zorlandığımız o savaşta Almanya’nın yenilmesi yüzünden Birinci Cihan Harbi’nin mağlubu ve mağduru durumuna düştük.!

[Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın, Akdeniz’deki İngiliz gemilerinden kaçarak 10 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’na gelip sığınan ve oradan İstanbul’a geçen(16 Ağustos) ve hatta Osmanlı’ya sığındığından peşinden gelen ve kendilerine teslim edilmesini isteyen ingilizlere satın alındığını söylenip o ingilize teslim edilmeyen bu iki Alman savaş gemisinin Padişah Sultan V. Mehmet Reşat’ın haberi olmaksızın tatbikat amacıyla bir gece (28/29Ekim1914) kendi mürettebatıyla ve birkaç Osmanlı savaş gemisinden oluşan bir donanmayla Karadeniz’e açılıp Rusya’nın Odessa, Sivastopol, Novorosiski limanlarını topa tutması, Karadeniz’deki kimi rus gemilerini batırması üzerine, Rusya 2 Kasım’da, İngiltere 5 Kasım’da Osmanlı’ya karşı savaş ilan etti.. Bunun üzerine Osmanlı da, 14 Kasım 1914’te, Fatih Camisi’nde okunan “Cihad-ı Ekber” (Büyük Cihad) ilanında bulundu ve böylelikle bu Birinci Dünya Savaşı’na resmen katılma oluştuydu.! Ki, 31 Mart Olayı ile (13 Nisan1909) tahtan indirilen 2. Abdülhamit’in yerine İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin desteğiyle tahta çıkan Sultan Reşat’ın (13 Nisan 1909 – 03 Temmuz 1918) dönemi, Trablusgarp Savaşları, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı hezimetleri dönemidir! Ki, Henüz I. Dünya Savaşı neticelenmemişken vaktiyle İstanbul’a gelip Sultan Reşat’ı üçüncü kez ziyaret eden Alman İmparatoru Kayzer II.Wlhelm’e, Sultan Reşat’ın yaşlılığı nedeniyle iadeyi ziyarete seyahat edecek durumda olmadığından yerine Veliaht Vahdettin Efendi’nin gitmesi kararlaştırılır. Alman generalinin komutasını kabullenemeyip Birliğinden istifa etiğinden o vakitlerde boşta bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya, Almanya’ya resmi ziyarette bulunacak olan Veliaht Vahdettin’in yanında Almanya’ya gitmesi görevi verilir. Yapılan seyahat, “15 Aralık 1917- 04 Ocak 1918 arasında 21 günde tamamlanan askeri bir inceleme araştırma gezisi”ni kapsamıştı. Bu inceleme esnasında Mustafa Kemal Paşa’da Almanya’nın bu savaşı kaybedeceği kanaati oluşmuş, kaderimizin Almanya’nın kaderine bağlanmasına üzülmüştü.! Son Halife Sultan Vahdettin’nin, Padişah olduğu o günlerde, o şer Mütareke’den sonra Mustafa Kemal Paşa’ya Ordu Müfettişliği görevinin verilmesinde o seyahat esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın tutumunu beğenmesinin etkisi de vardır..]

Galip Devletlerce (İngiltere-Fransa-İtalya) 25 maddeden oluşan o şer Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) dayatmaları gereği Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın eli kolu bağlandı.! (Ne hazin bir tecellidir ki, Çanakkale Deniz Savaşı’nda Boğaz’ı geçerken yara aldığından geriye kaçarak kutulan İngiliz ağır zırhlısı o Agamemnon, adeta Çanakkale’nin öcünü alırcasına Osmanlı’ya idam sehpası olmuştu.. 27 Ekim’de başlanan o Mondros Mütarekesi, 30 Ekim 1918’de, Osmanlı adına Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Rauf Orbay) ile İtilaf Devletleri adına ingiliz amirali Caltrop Arasında, Yunanistan’ın Limni adasının Mondros limanında demirli bulunan İngiliz Agamemnon Zırlısı’nda imzalanmıştı..

(“Osmanlı’nın bütün orduları dağıtılacak, bütün ağır silahlarına el konulacak, bütün yer altı ve yerüstü zenginlik kaynakları, telgraf hatları, demir yolları, tersaneleri ve tünelleri o İtilaf Devletleri’nin kontrolüne bırakılacaktır!” dayatmalarını da kapsayan o Mondros Mütarekesi’nin 7’nci maddesi;“İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır. Mondros Mütarekesi’nin 24’üncü maddesi;“Doğu Anadolu’da bulunan Vilayat-ı Sitte’de (altı vilayet) (Bitlis, Diyarbakır, Erzurum, Harput, Sivas, Van) herhangi bir kargaşa olması durumunda, kargaşa yaşanan yer İttifak Devletlerince işgal edilebilecektir.” diyor. Bu durum da gösteriyor ki, Mondros Mütarekesi, Osmanlı’nın idam edilişinin fermanıdır.!)

Güçlü bir donanmaya sahip olan o emperyalist düşmanların 1915’te Çanakkale’de büyük bir hezimete uğramasına, bu nedenle İstanbul’u işgale gelememesine sevinen Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul ve mazlum Anadolu, (Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918’de imzalanmasının ardından) İngiliz gemilerinin (13 Kasım 1918’de) İstanbul’a gelişine adeta kahırlandı, hazinlendi.! Anadolu’da başlayan kurtuluş gayretlerinin taban bulduğunu, kendilerine karşı bir millî direniş ve işgalden kurtuluşa yönelik büyük bir ilerleyiş oluşturduğunu gören İngilizler, fiilen İstanbul’un işgaline yöneldiler! (16 Mart 1920) Birinci Cihan Harbi (1914-1918) mağruru o Galip Devletler, Mondros Mütarekesi’nin sağladığı (30 Ekim 1918) imtiyazlar gereği İstanbul Hükümeti’ne her istediklerini yaptırmaya çalıştılar; kendi şer oyunlarına, işgal ve paylaşım senaryolarına engel olabileceğini düşündükleri Babıali’deki birçok yurtsever gazeteci ve yazar aydınlarımız, İstanbul’daki birçok vatanperver subaylarımız tutuklandı; kimileri Bekirağa Zindanları’na atıldı, kimileri ise Malta’ya sürüldü.! Birçok vatandaşımız baskılara, eziyetlere maruz kaldı.! Ve hatta Meclis-i Mebusan basıldı ve dağıtıldı! Ne hazindir ki, dünyaya ün salan Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul, adeta esaret altındaydı, yastaydı! İstanbul sokakları, düşmanın silahlı askerlerinin denetimindeydi.! (16 Mart 1920) Böyle hazin bir tablo nasıl benimsenirdi?! Esaret altındaki Başkent İstanbul’da Saray ve Hükümet, adeta esaret altındayken, (Ağabeyi Sultan Reşat’ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918’de taht’ta isteksizce oturduğu ileri sürülen, 4 Temmuz 1918 – 4 Kasım 1922 yılları arasında on iki kez hükümet değişikliğiyle ülkeyi yönettiği sanılan) Padişah Vahdettin; ülkeyi işgalden, vatandaşı esaretten nasıl kurtarabilirdi?

1915’te o Çanakkale’den onca zorlamalarına rağmen geçemedikleri halde Mütareke bahanesiyle hiçbir engelle karşılaşmaksızın adeta ellerini kollarını sallarcasına13 Kasım 1918 sabahı İstanbul’a gelmeye başlayıp Dolmabahçe Sarayı önlerinde demir atan 60’ı aşkın sayıdaki zırhlılara ilaveten sonradan da gelip eklenen o savaş zırhlılarının içindeki İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan deniz piyadeleri 16 Mart 1920 sabahı erkenden karaya çıkarak İstanbul’u işgale başladılar.!

Harbiye ve Bahriye Nazırlıkları başta olmak üzere Hükümet binaları, telgraf merkezleri, Türk Ocağı Binası, karakol ve kışlalar, silah depoları ele geçirildi. Şehzadebaşı Karakolu’nda 6 asker şehit edildi, 15’i yaralandı.. İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim ilan edildi. Kuvayı Millîycilere yardım edecek olanların cezalandırılacağı bildirildi! Millîci bilinen örgütler kapatıldı, gazeteler yasaklandı. O gün akşama doğru Osmanlı Meclis-i Mebusan basıldı, birçok mebus, tutuklandı, bir kısmı Malta’ya sürgüne gönderildi.!”

[(II. Abdülhamit döneminde, 23 Aralık 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanıyla kabul edilen Kanuni Esasi (Anayasa) hükmü ile kurulan, halkı temsil ettiğinden tüm Osmanlı halkına karşı sorumlu olan ve 20 Mart 1877’de çalışmaya başlayan Meclis-i Mebusan (Heyet-i Mebusan), 69’u Müslüman,46’sı Gayrimüslim(ecnebi) olmak üzere115 Mebus’tan oluşmaktaydı. Oluşan savaşlar ve olaylar bahane edilerek farklı zamanlarda üç kez açılıp kapanan bu Meclis-i Mebusan’ın 5. Döneminde iktidarı elde tutan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” döneminde o ilk Cihan Harbi’ne girildi.. Çanakkale’de, büyük destanlar yazılmasına, o haçlı emperyalistlerin büyük bir hezimete uğramasına vesile olan o Çanakkale Zaferi’ni iki yüz bini aşkın şehit vererek kazanmamıza (1915) rağmen, müttefiki olunan Almanya’nın dört yıl süren o Cihan Harbi’ndeki yenilgisi bahane edilerek masa başı entrikalarıyla yenik sayıldığımızdan maruz kalınan o şer Mondros Mütarekesi’nin (30 Ekim 1918) ardından o işgal devletlerinin çok sayıdaki (60’ı aşkın) savaş gemilerinin 13 Kasım’da İstanbul’a gelişi ve ardından oluşan 16 Mart 1920’deki İstanbul’un işgalinden sonra da faaliyeti duran o Meclis-i Mebusan, son Halife Padişah Vahdettin’in direktifiyle 11 Nisan1920’de fiilen sona erdi! Ki, gaflet, dalalet ve hatta ihanetler yüzünden oluşan bu millî boşluk, ulusal bir anlayışla 23 Nisan’da Ankara’da tamamlanacaktı..)

(Demek ki, bir ülke, yabancı askerleri ülkesine kabul ediyorsa ve bir ülke ki, içinde düşmanın askerleri bulunuyorsa o düşman askerlerinden bir yardım ummak, bir dostluk beklemek büyük bir gaflettir ve hatta vatana ihanettir ihanet.! Ki, Büyük Atatürk dediydi ki, “Hangi istiklâl vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”(Gz.M.K.A.). (6 Mart 1922) Belki de bu nedenin etkisiyle, ABD’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne, Kuzey Irak’a(!) geçiş için konuşlandırılacak 60 bini aşkın asker yollamasına kabul izni sayılacak olan o “1 Mart Tezkeresi”, 2003’te,“Türkiye’mizin önemli siyasetçilerinden,CHP’nin 4.,6.ve 8.(2000-2010) dönem Genel Başkanı olan ve (teskere irtibatlı olsa gerek) bir kumpasa maruz kalan Deniz Baykal’ın Meclis’teki aydınlatıcı o konuşmasının etkisiyle Meclis’imizden geçmedi.!” denilmesi bir abartı mıydı?! Ki, o dönemde, “bop, bir sevr uzantısıdır!” diye bir söylenti vardı.!)]

Paylaşımcı o galip devletlerce ‘Hasta Adam’ denilen Osmanlı’nın mülkü, İngiliz, Fransız, İtalyan ve hatta perde gerisindeki Amerikalılarca paylaşılacaktı.! İngilizlerin teşviki ve desteğiyle Yunan ordusu 15 mayıs 1919’da İzmir’e çıktı.. Yerli Rumların şenlik çalgıları ve alkışları arasında Konak meydanına ilerleyen yunan birliklerinin sancaktarı, Gazeteci Hasan Tahsin’in ilk kurşunu ila atından düşmesiyle şaşkına dönüp geriye kaçışan o yunan birlikleri, karşılarında bir engel görmeyince toparlanıp meydana doğru ilerlediler ve Türklerin bulunduğu tarafı kurşun yağmuruna tuttular.. Konak meydanında Türklerin bulunduğu kesim kan gölüne dönüştü.. Ve güzel İzmir işgal altında.! Adana, Antalya, Antep, Maraş, Musul, Samsun, Urfa ve diğer birçok yöremizde de düşman saldırıları baş gösterdi.. Yöre halkımız o düşman zulmüne karşı kazmasıyla küreğiyle direniyordu.! Bu durumdan hoşnut olmayan Samsun yöresindeki ingilizler, ermeniler ve rumlar, kuşatma altıdaki İstanbul Hükümeti’ne ve Padişah’a İngiliz kuvvetlerince baskı yapılmasını sağlıyorlardı..

O şer Mütareke gereği Osmanlı ordu birlikleri bir bir dağıtılmaya, kışlalar kapatılmaya başlandığından silah bıraktırılıp terhis edilen nice askerler yörelerine, köylerine boynu bükük gittiler.! Mütareke’nin imzalanmasına karşı çıkan ve Suriye’deki birliğinin lağvedilmesi üzerine boşta kaldığından Adana üzerinden İstanbul’a dönen, “Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanlara düşmanız!”(Gz.M.K.P.). diyen Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım’da karşıya (Sirkeci’ye) geçmek için Haydarpaşa rıhtımına vardığında (deniz trafiği durdurulduğundan) düşman savaş gemilerinin, kiliselerde çalınan o çan seslerinin eşliğinde İstanbul’a gelişini ve Dolmabahçe önlerine doğru ilerleyip demir atışını kahırlı bakışlarla izlemişti.! Eski bir motor (Kartal istimbotu) ile o düşman savaş gemilerinin arasından karşıya geçerken bağrının derinliklerinden gelen bir sesle “Geldikleri gibi giderler!” (Gz.M.K.A.). demişti.. (13 Kasım 1918) Davet üzerine Saray’a giden ve düşman gemilerinin top namlularının Saray’a çevrili olduğunu gören, Saray’daki padişahın zor durumda bulunduğunu hisseden Mustafa Kemal Paşa, Samsun yöresindeki Türklerce yöredeki rumlara yapılan karşı koymaların, baskınların yerinde incelenmesi ve önlenmesi durumu mevzubahis olduğundan kendisinin Samsun’a görevli ve yetkili olarak gönderilmesini uzun uğraşlardan sonra sağladı. (30 Nisan1919) 16 Mayıs’ta Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrılıp meşakkatli bir yolculuktan sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varan Mustafa Kemal Paşa, Samsun’daki çalışmalarını tamamlayıp, “Millî Birlik”in,“Millî Hakimiyet”in ve de “Türklük duygusu”nun ehemmiyetini belirtircesine, (22 Mayıs’ta) İstanbul Hükümeti’ne “Millet birlik olup hakimiyet-i millîyeyi ve Türklük duygusunu hedef edinmiştir.” (Gz.M.K.A.). diye bir rapor gönderdi ve oradan mahiyetiyle birlikte Havza’ya geçti. (25 Mayıs1919).

Vatanın selameti için Havza’da halkla da görüşmelerde bulunan Mustafa Kemal Paşa, (28 Mayıs’ta) buradan kumandanlara ve valilere çektiği telgrafla, işgale tepki olarak “Her yerde, halkın gösteriler düzenleyerek, işgali, düşman saldırısını protesto etmeleri”ni bildirdi. “Halka yol göstermek icap eder!” (Gz.M.K.A.). (Havza,30 Mayıs 1919) diyerek Havza’da bizzat kendisinin de katıldığı protesto mitingi düzenleyerek Millî Mücadele’nin ilk kıvılcımını burada (Havza’da) çakan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Saray’a baskısıyla 8 Haziran 1919’da geriye çağrılma durumuyla karşı karşıya kaldıysa da İngiliz’in bir oyunudur bu!” diye düşünerek geriye dönmeyi kabul etmedi.. Çünkü, önceden planladığını (Nutuk’ta da) belirttiği bu güzel vatanın işgalden kurtuluşuna dair çalışmalarının devamına büyük bir sebat ve azimle kararlıydı.. Havza’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, Amasya’ya çağırdığı yakın silah arkadaşlarıyla buluşup ülke sorunlarıyla ilgili görüşmeler yaparak “Amasya Genelgesi”ni hazırladı.. Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın, Amasya’daki çalışmaları sonucu arkadaşlarıyla oluşturduğu sekiz maddelik o Amasya Genelgesi’nin (22 Haziran 1919) ana temel ilkeleri;

*“Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.” ,

*“Milletin bağımsızlığını, gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”,

*“Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak millî bir heyetin varlığı zaruridir.” sözlerinden ibaretti.. İşte bu zaruri ihtiyacın temini ancak bir “Millî Meclis” ile sağlanabilirdi..

“Vatan toprağı kutsaldır, kendi kaderine terk edilemez!” (Gz.M.K.A.)., “Vatan sevgisi ona (Vatan’a) hizmetle ölçülür.” (Gz.M.K.A.). dememiş miydi Mustafa Kemal Paşa? Millî Mücadele’nin oluşumuna, Anadolu’nun işgalden kurtarılışına dair oluşturulması düşünülen Meclis’e dair millî bir heyetin de oluşmasına yönelik belirlenen bu veciz temel ilkeler, bütün çalışmaların anahtarını oluşturuyordu.. Havza’daki o kıvılcımla oluşan, Amasya Genelgesi ile belirlenen bu yol, Erzurum’da ve özellikle Sivas’ta yapılacak olan Kongrelerin temel muhtevasını tasarlayan, Ankara’daki oluşumu sağlayan “Millî Yol”dur.. Bu nedenlerledir ki, “Düşman askerlerinin vatan toprağına ayak basması asla kabul edilemez!” idi..

Amasya’dan (26 Haziran’da) ayrılıp Sivas’a ve oradan Erzurum’a (3 Temmuz’da) geçen Mustafa Kemal Paşa, burada (Erzurum’da) halkın ve askerlerin sevinç gösterileriyle karşılaştıysa da İngilizlerin etkisindeki İstanbul Hükümeti’nin ve Padişah’ın azliyle karşı karşıya kaldı.. Subaylıktan ve kendisine verilen ordu müfettişliği görevinden azledilmeyle ilgili durumu önceden öğrenen Mustafa Kemal Paşa, (8/9 Temmuz 1919 gecesi) çektiği bir telgrafla, “.. Milletle beraber sonsuza kadar çalışmağa mukaddesatım (kutsal değerlerim) adına söz vermiş olduğum cihetle, pek aşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğine bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra milli ve mukaddes gayemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak üzere sine-i millette(milletin bağrında) bir ferd-i mücahit (savaşçı kişi) suretiyle bulunmakta olduğum tamimen arz ve ilan eylerim.” (Mustafa Kemal Paşa. 8/9 Temmuz 19919, Erzurum) diyerek çok sevdiği Ordu’dan istifa ettiğini, sade bir vatandaş olarak halk içinde bulunduğunu İstanbul’a duyurduysa da, İstanbul, Mustafa Kemal’in aleyhine fermanlar ve fetvalar yağdırıyordu.! O sıralarda Doğu Bölgesi Komutanı, Kazım Karabekir Paşa’ydı. Kazım Karabekir Paşa’ya İstanbul’dan gönderilen şifreli tutuklama emri, Mustafa Kemal Paşa’yı sadece görevden alma fermanı değildi; Mustafa Kemal’in tutuklanarak İstanbul’a getirtilmesi, Millî Mücadele’den koparılması amaçlanıyordu.! Bunca fetva ve fermanlar, Mustafa Kemal Paşa’yı vatan hizmetinden alıkoyma, düşmanları sevindirme, düşmana hizmet etme(!), Anadolu’ya ve Anadoluluya eziyet etme fetva ve fermanları değil de neydi?!

Bu nedenlerleydi ki; “Bir memleketin, bir memleket halkının düşmanlardan zarar görmesi acıdır. Fakat, kendi ırkından büyük tanıdığı insanlardan vefasızlık, felaket görmesi ondan daha acıdır. Bu, kalp ve vicdanlar için onulmaz yaradır.” (Gz.M.K.A.) diyen; “Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanmak ve düşmanlarla birleşerek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk yurdundan kovulması, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı bir davranıştır.” (Gz.M.K.A.) eleştirisinde bulunan Mustafa Kemal Paşa, başlattığı Cumhuriyet’i taçlandırmaya giden yol’da onca çetin engelleri yılmadan aşmıştıysa da, Kazım Karabekir Paşa tarafından tutuklanacağı haberine de bir hayli canı sıkılmıştı.! (8/9 Temmuz gecesi çektiği telgrafla) Ordu’dan istifa ettiğini beyan eden Mustafa Kemal, bundan böyle rütbesiz bir sivil vatandaş idi.. Ülke sorunlarının çözülenmesinde katkı sağlayan bir yetkiyi yitirmenin kasvetin de yarattığı bir kaygıyla bekler halde bulunan Mustafa Kemal Paşa, ayağa kalkıp kapıya doğru bakındı.. Kazım Karabekir Paşa, Süvari bölüğünü hazır ol vaziyetine aldırıp Mustafa Kemal’in bulunduğu büroya doğru ilerledi.. İstanbul’dan kendisine Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklama emri gönderilen Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’le karşı karşıya kalınca durdu ve o anda (içeridekilerin de meraklı bakışları esnasında birden bir topuk sesi yankılanırken) asker selamı vererek; “Emrinizdeyim Paşam! Ben, subaylarım, erlerim, kolordum, hepimiz emrinizdeyiz!” (K.Karabekir Paşa) demesiyle Kemal Paşa’nın gönlü ferahlamıştı.. Durum buysa da “Benim için en büyük korunma noktası ve yardım kaynağı ulusumun bağrıdır.” (Gz.M.K.A.) anlayışıyla çok sevdiği askerlikten (8/9 Temmuz gecesi İstanbul’a çektiği bir telgrafla) istifa ederek ayrıldığını belirten Mustafa Kemal, müfettişlik yetkilerinden mahrum kaldığından yaveri, emir eri hizmetinden alınmış, adeta yapayalnız bırakılmıştı.! Sivil, yani sade bir yurttaş konumunda bulunan (sivil bir elbisesi olmadığından ve askerlikten istifa etmesi nedeniyle askeri elbiseyle toplantılara katılmasını uygun bulmayanların eleştirisi(!) üzerine bir arkadaşının sivil elbisesini giyerek toplantıya giden) Mustafa Kemal, bir sivil yurttaş olarak, Erzurum Kongresi’nin oluşumunda bulundu; kararların alınışında ulusallığımızın yol belirleyicisi oldu.. Bu nedenledir ki, Meclis’in oluşmasıyla amaçlanan “Kurtuluş”a ve ardından düşlediği “Kuruluş”a yönelik (aşağıda da bir kısmı belirtilen) önemli kararların alınmasını sağladı.. Erzurum Kongresi (23 Temmuz 1919)

*“Millî sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez.”,

*“Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlikte savunma yapacak ve direnecektir.”,

*“İstanbul Hükümeti, vatanın bağımsızlığını sağlayamaz ve koruyamazsa, geçici bir hükümet kurulacaktır.”,

*“Kuva-yı Millîye’yi tek kuvvet tanımak ve millî iradeyi hakim kılmak temel esastır.”,

*“Hıristiyan azınlıklara, siyasî ve sosyal egemenlik ya da dengemizi bozucu ayrıcalıklar verilemez.”,

*“Manda ve himaye kabul edilemez.”,

*“Mebuslar Meclisi’nin (TBBM) (Ankara’da) hemen toplanmasını ve hükümet işlerinin, meclisin denetimine konulmasını sağlamak için çalışılacaktır.” diye belirtilen bu kararlarının alındığı, “Kuvvayı Millîye” oluşumunun benimsendiği Erzurum Kongresi’nin (23 Temmuz 1919) ve ardından Sivas’ta oluşturulan Sivas Kongresi’nin toplantısında (4 Eylül 1919) Erzurum Kongresi’nde alınan kararların aynen benimsemesi kararlaştırıldı.. Mustafa Kemal’in, “Ya İstiklâl Ya Ölüm!” (Gz.M.K.A.). (1919) diyerek genç katılımcıların da gönlüne umut aşıladığı o Sivas Kongresi’nin ardından Ankara’ya gelinip (27 Aralık 1919) burada Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kuruldu. (23 Nisan 1920) Ve böylece bu Büyük Millet Meclisi’mizin amaçladığı yeniden hürriyete kavuşuluşun ve ulusal bağımsızlığımızın temini için resmen o günlerde bu ulvi Millî Mücadele başlatıldı..

Mütareke (30 Ekim 1918) dayatmaları, şer Sevr (10 Ağustos 1920) entrikaları ve o işgal güçlerinin işgal alanlarını genişletmesi, saldırıların, mezalimlerin artması halkı derinden yaralamıştı.! Yüzyıllardır komşularıyla iyi geçinen Anadolu insanı, baskılarla, mezalimlerle karşı karşıya kaldı.! Sarayın ve Sadrazam Damat Ferit’in (ve hatta ingilizin teşvikiyle oluşan) kışkırtmalar, kalkışmalar, ayaklanmalar bıkkınlık oluşturmuştu.! Doğuda- Güney’de de o işgal güçlerinin kışkırtmalarıyla saldırılar, kalkışmalar meydana gelmişti.! Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde oluşan o ulvi Millî Mücadele’nin etkisiz kılınması ve yenik düşmesi için (tezgahlanan şer Kuvayı İnzibatiye-18 Nisan 1920- haricinde) İç Anadolu dolaylarında ve Doğu’da da çeteler yaygınlaştı, kalkışmalar oluştu.! (Bu kalkışmaların önlenilmesi, düzenin temin edilmesi nedeniyle Hıyanet-i Vataniye Kanunuda oluştu. (29 Nisan1920) Ne hazindir ki, Atatürk’ün vaktiyle yardım istediği Çerkez Ethem, Millî Mücadele’ye yönelik Anzavur’un komutasındaki Kuvayı İnzibatiye’nin baskılarının giderilmesinde, Düzce-Hendek-Adapazarı ayaklanmalarının önlenilmesinde, Yozgat yöresindeki Çapanoğulları isyanının bastırılmasında yararlılıklar gösterdiyse de kardeşiyle kendi başlarına buyruk olmaya, Ankara’ya karşı durmaya başladı.. Adeta, Çerkez Ethem, Anzavur Ahmet ile ihanette birbirleriyle yarışmış; at iziyle it izi birbirine karışmıştı.!

Düşman işgalin başlayışı günlerinde birçok yurtseverlerin önderlikleriyle Karadeniz yöresinde (Topal Osman, İpsiz Recep, Halit Molla..), Aydın (Yörük Ali Efe), Güney’de (Kahraman MaraşSütçü İmam-, Şanlı Urfa –Mutassarıf Nusret Bey,Yöre Meclis encümeni Hacı Mustafa Efendi, Emekli Polis, Emekli asker, imam ve esnaftan oluşan 12 lider-, Gazi Antep –Şahin Bey-), ve hatta Anadolu’muzun her bir köşesinde yöresel savunmalara başlanıldı.. O yokluklara, bin bir zorluklara rağmen bir taraftan Saray ve Şürekası’nı tehditlerle etkileyip yönlendiren o İngilizin teşvik ve dayatmalarıyla oluşturulan, bir taraftan da “Fırsat bu fırsat!” misali işgal güçlerini desteklercesine şahsi menfaatlerinin peşinde koşuşan eşkiya gruplarınca desteklenip geliştirilen iç kalkışmalar, isyanlar, ayaklanmalar bastırılmaya çalışılırken, diğer bir taraftan da o işgalci düşmana karşı duruluyordu.! Topuyla tüfeğiyle işgale gelen, yakıp yıkan, mezalimler yapan o saldırgan düşmanlar İnönü’de, Sakarya’da bozguna uğratıldı.! İşgal güçlerinin desteğiyle toparlanıp yeniden saldırıya geçen, Ankara’ya yönelme gayretinde bulunan o düşman birlikleri, Dumlupınar’daki o büyük taarruz ile perişan edildi.! Elde edilen 30 Ağustos Zaferi ile o zalim düşman askerleri, yakıp yıkarak, eziyet ve işkence yaparak ilerledikleri yurt içlerinden sökülmeye başlandı. Uşak, Kütahya ve Aydından geriye çekilirken, geldikleri İzmir’den kaçarken etrafı yakıp yıkan o yunan kuvvetlerinin onca mezalimleri nasıl unutulur?!

O Millî Mücadele günlerinde, Padişah ve sadrazamlar yönetimindeki Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul hâlâ işgal altındaydı.! Durum buyken, şaşkın ve tedirgin kimi halk kesimi, Padişah efendileri tarafından o düşman işgalinden, o düşman mezaliminden kendilerinin kurtarılacağı beklentisi içindeydiler.! Halk için, “Bir millet var koyun sürüsü.. Bir çoban lazım, o da benim!”(Vahdettin) diye aşağılayıcı bir ifadede bulunmuş olan, 17 Kasım 1922’de İngiliz savaş gemisi olan Malaya zırhlısına binerek ülkeyi terk eden son Padişah Halife Vahdettin, Başkent İstanbul’un işgal altında bulunması söz konusuyken ve hatta adeta kendisi tutsak altındaymış bir konuma sahip bir padişahken, halkın huzuru, Anadolu’nun düşman işgalinden ve mezaliminden kurtuluşu için ne yapabilirlerdi ki?! İstanbul’da yayılan bu söylentilerin bir kısmı belki de Millî Mücadele’nin azmini ve şevkini baltalamaya yönelikti.! Padişah ve Damat Ferit Hükümetleri’nce, Millî Mücadele’nin sekteye uğratılması için, Ankara’nın başarısız kılınması, Mustafa Kemal’e inancın ve bağlılığın zayıflatılması için, Mustafa Kemal’in Ordusu’na katılımın azaltılması için Halife Ordusu diye tabir edilen bir Kuva-yı İnzibatiye (Yeşil Ordu-Hilafet Ordusu, yani hıyanet ordusu!) bile kurdurulmuş (18 Nisan 1920), kalkışmalar başlatılmış, iç isyanlar yaygınlaştırılmıştı.! Ordumuz cephede yunan düşmanıyla uğraşırken, cephe gerisinde oluşan o ayaklanmalar, isyanlar yüzünden zor durumlarda kalınıyordu.! Kimi İstanbul gazeteleri ise, yunan birliklerinin ilerleyişini Ankara’nın düşüşü olarak belirtiyor, adeta sevinip alkışlıyordu.! Bu durum da gösteriyordur ki, dünün benzeri entrikalarının günümüzde ve yarınlarda da tekrarlanabileceği unutulmamalı, Atatürk’ün Yolunda dürüstçe gidilmeli, Cumhuriyet’imiz ve Cumhuriyetimizin tüm kazanımları dosdoğru savunulmalıdır..

Ki, Vaktiyle Anzavur Ahmet yönetimindeki o birlikler Hendek, Düzce,Bolu, İzmit-Gerede, Adapazarı, Bandırma-Biga yörelerinde etkili olmaya başladıydılar, Düzce-Hendek-Adapazarı Ayaklanmaları’na vesile oluşturduydular.. Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in ermeni tehcirinden sorumlu tutularak idam ettiren Padişah, Sadrazam Damat Ferit ve Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, birlik olup yine ingilizleri sevindirmek için Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını da gıyaplarında idama çarptırdıydılar! İşgal güçlerinin ve sarayın teşvikiyle oluşan ülke genelindeki çeşitli isyanlar, ayaklanmalar, işgalden kurtuluşu geciktirdi, acıların daha da artmasına neden oldu.. Kuvayı Milliye’ye destek veren, Mustafa Kemalci olan Anadolu insanına düşman gibi mezalimlerde bulundular.! Oluşan bu kalkışmalar, Millî Güçlerce müdahale edilip dağıtıldı.. Kimi kalkışmaları, Anzavur ayaklanmasını bastırmada gayret göstermesine rağmen Mustafa Kemal’in “Düzenli Ordu” oluşturulması gayretini benimsemeyip kendi başlarına buyruk olmayı benimseyen, Ankara’ya başkaldıran, asileşen Çerkez Ethem’in bile birkaç adamıyla birlikte yunana sığınması (5 Ocak 1921) ve o yunanı Ankara’ya, Mustafa Kemal’e karşı kışkırtmaya yönelişi, ihanetin vahametini sergilemekteydi.!

Oysa Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul işgal altındaydı.! Asilere, vatan-millet düşmanlarına karşı durduklarını ileri süren Saray’ın ve Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın o Kuvayi İnzibatiye (18 Nisan 1920) (Yeşil OrduHilafet Ordusu yani Türklüğe ve Türk yurduna karşı oluşturulmuş Hıyanet Ordusu!) birlikleri, o işgalci düşman güçlerine neden karşı durmadılar.! Çünkü bu hıyanet ordusu İngilizlerce (7 Nisan1920’de İstanbul’a direktif verip 18 Nisan1920’de) kurdurtmuştu! Bu nedenlerledir ki, o işgalci haçlı emperyalizme karşı daha sağlıklı olarak bir Millî Mücadele edilebilmesi, millî kararların daha çabuk alınabilmesi ve işgale karşı tez etkili olunabilmesi için de olsa gerek, çok badireler atlattıktan sonra, halkı fetva ve fermanlarla yanılttığı için Saltanat kaldırıldı (1 Kasım 1922).. Durum buyken, dün olduğu gibi günümüzde de kimilerinin hâlâ o hilafete ve saltanata ilgi duyma söylemleri, özlemleri ve hatta o mandacılıktan, o müstemlekelikten bir şeyler ummaları, şahsi ikbal peşinde koşuşmaları neyin nesidir, hangi akla hizmettir?!

“Özgürlük ve bağımsızlık Benim Karakterimdir.” (Gz.M.K.A.) diyen Ulusal bağımsızlığımızın mimarı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, memleketin içinde bulunduğu hazin durumu o ünlü Nutuk’unda (Söylev) şöyle belirtiyordu; “1919 yılı Mayıs’ın 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir Ateşkes Antlaşması imzalamış Büyük Harbin uzun yıllar boyunca millet yorgun ve fakir bir halde. .. Ordunun elinden silahları ve cephaneleri alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, Ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymağa lüzüm görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da.. Adana vilayeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalya askeri birlikleri Merzifon ve Samsunda İngiliz birlikleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri’nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor. Bundan başka memleketin her tarafından hıristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeğe, devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlardı.” (Gz.M.K.A.). (Nutuk,1927)

Bu güzel Anadolu’muzun maruz kaldığı o işgalden, bin bir çeşit çilelerden, eziyetlerden, velhasıl, o saldırgan işgalci düşmanların mezalimlerinden kurtuluş için Anafartalar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğiyle Millî Mücadele başlatıldı..

“Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez.” (Gz.M.K.A.). Ecdadımızdan yadigar bu kutsal vatan toprağında düşman işgaline karşı boyun bükülemez.. Bu nedenledir ki, “İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez. Milletin ve devletin şeref ve bağımsızlığı korunamaz..”(Gz.M.K.A.). Çünkü, “Ulusal egemenlik; milleti namusudur, haysiyetidir, şerefidir.” (Gz.M.K.A.). Her türlü koşulda kutsal vatanımızın bekası söz konusuyken “Ulusal varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım.”(Gz.M.K.A.). “Türklerin, yurt sevgisi ile dolu olan göğüsleri mel’un (lanetli, kötü) hırslara karşı her zaman demirden bir duvar gibi yükselecektir.” (Gz.M.K.A.). anlayışıyla o işgalden kurtuluş için Millî Mücadele’ye yönelmeyi bu güzel vatan için kutsal görev sayan Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğiyle Kuvva-yı Millîyecilerimiz coşup şahlandılar. (Gediz Muharebesi’ndeki (24Ekim1920) yenilgiye dair gözlemlenen aksaklık durumunun tez giderilmesi için oluşturulan) “Düzenli Ordu” (8 Kasım1920) ile 1. İnönü Zaferi kazanıldı. (6 Ocak 1921) Oysa Osmanlı’ya 10 Ağustos 1920’de dayatılan (433 maddelik) o şer Sevr Antlaşması’nın paylaşım dayatması sürüp gidiyordu.! Cephedeki yorgun askerlerimizin cesaretlendirici bir desteğe, cephe gerisindeki kaygılı ve hüzünlü halkımızın da büyük bir morale ihtiyacı vardı.. Ve bu nedenle askerimize ve halkımıza moral verecek, “Korkma!” diyecek bir Millî Marş gerekliydi! Bunun üzerine bir yarışma düzenlendi.. Bir şiirinde,“Sahipsiz vatanın batması haktır, / Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır!” (M.A.Ersoy) diyen Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı on kıtalık o şiirin ilk iki kıtasıyla (12 Mart 1921’de) oluşturulan İstiklâl Marşımız, ordumuza ve halkımıza büyük bir moral verdi.. Sevr güçleriyle tekrar saldırıya yönelen o düşman birliklerinin taarruzuna karşı oluşan 2. İnönü zaferi ile umutlar daha da yeşerdi.. Ankara Hükümeti’nin vatana sahip çıkacağını İstanbul’dakiler de anlamıştı.. İkinci İnönü Zaferi’nin kazanıldığı o günü Mustafa Kemal’den İsmet Paşa’ya gönderilen, “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz.”(Gz.M.K.A.). telgraf mesajı, bir döngünün mutluluğunu anlatmaktaydı.. (1.İnönü:9-11 Ocak1921 – 2.İnönü:23-31 Mart/Zafer:1Nisan 1921)

Batılı devletlerin destek ve teşvikleriyle, “Megola idea” özlemiyle o yunan kralının gönderdiği takviyeleriyle toparlanan o yunan düşman birlikleri yine Sakarya’ya ve oradan Ankara’ya doğru saldırı peşindeydi.. Oluşan aksaklıklar nedeniyle Afyon, Kütahya ve Eskişehir’den çekilmek durumunda kalan birliklerimiz Sakarya’nın doğusuna çekilmişti.. Eksiklikler çoktu! Askeri ihtiyaçların kısa sürede temin edilmesi de gerekiyordu.. (İsyanları, Ordudan kaçışları önlemek ve yeni katılımları teşvik etmek için “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” (29 Nisan1920) ve İstiklâl Mahkemeleri kurulduydu. (18Eylü1920) (Engellere rağmen sebat ve azimle direnerek kurduğu) Meclis’ten, kendi şahsına oluşan onca engellemelere de direnerek (5 Ağustos 1921’de) üç aylık kısa bir süre için geniş yetkilerle donatılmış “Başkomutanlık” yetkisi alan Mustafa Kemal Paşa, ihtiyaçların kısa sürede temini için (halktan alınanların bir kısmını ileride ödenmek kaydıyla) on maddelik “Tekalif-i Millîye” (Millî Yükümlülük emirleri) oluşturdu.(8/9 Ağustos 1921)

Ve Sakarya Harbi günlerine gelindi.. Mustafa Kemal Paşa tarafından Sakarya dolaylarında komuta edilen, 22 gün 22 gece uzun süren, Subayların birlilerini teşvik için öne atılmalarından dolayı da “Subaylar Savaşı” diye de adlandırılan ve “Var olma veya yok olma!”anlayışıyla çok çetin geçen o mücadelelerle düşman birliklerine zayiat verdirilmesine rağmen geriden gelen destek birlikleriyle kimi siperlerimizi aşarak Polatlı’ya kadar ilerleyen ve top seslerinin dahi mecliste duyulmasına başlanan o yunan birliklerine karşı millî direnişimizin sağlamlaştırılmasının ve akabinde sağlam bir taarruza geçişin temini için söylenen “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz!” (Gz.M.K.A.). (26 Ağustos 1921) sözüyle tarihteki yerini alan o Sakarya Meydan Muharebesi nasıl unutulur? (Sakarya Meydan Muharebesi’nin Başlayışı:23 Ağustos, Taarruz:10 Eylül, Zafer:13 Eylül 1921) (Sakarya Savaşı’nın Zafer ile sonuçlanmasından sonra, Meclis’çe, Mustafa Kemal’e 19 Eylül 1921’de “Gazi”lik unvanı ve “Mareşal”lık rütbesi verildi.)

Sakarya’da oluşan o uzun ve çetin bir mücadele sonucunda mağlup olmalarına, çok zayiatlar vermelerine rağmen Batı destekli o Yunanlıların, ecdat yadigarı bu kutsal topraklarımızdan hâlâ çekip gitme niyetleri yoktu! O işgal ve o şer Sevr paylaşımı özlemcisi o müttefik devletler ve hatta onların mandasever ve İngilizsever yerli hain işbirlikçileri, o yunan birliklerinin yeniden toparlanıp Ankara’ya varmalarına, “Meclis”in dağıttırılıp kapattırılmasına yönelik telkin ve destekleri devam etmekteydi! Hazırlıklarına başlayan yunan birliklerinin ve işbirlikçilerinin, “Türkler bu siperleri altı ayda aşamaz!” diye övündükleri o engeller Türk birliklerince kısa bir sürede aşıldı!    

Saldırgan yunan birlikleri, 26 Ağustos sabahı Afyon Kocatepe’den başlatılan o Büyük Taarruz’la 30 Ağustos’ta (Kütahya)Dumlupınar’da perişan edildi ve o Büyük Zafer’e erildi.. Kaçan birliklerin takibi ve etkisizleştirilmesi için tarihi bir söz olan “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” (Gz.M.K.A.). (1 Eylül 1922) sözü, tarihin sayfalarında yerini alırken, o yunan birlikleri bu güzel yurdumuzdan süpürülüyordu.. Bozguna uğrayıp kırılan ve sağ kalanlarının geri çekilirken de mezalimlerini devam ettiren o Yunan orduları başkomutanı (ki, İkici İnönü Savaşı’nda bir tümen komutanı olarak yer almış bulunan) General Trikopis’in, yaktıkları Karacahisar yerleşkesinin sırtlarının ele geçirilmesi esnasında Elmadağ yönü yakınlarında yüz kadar yunan rütbelilerle birlikte esir alındığı o günlerde(2 Eylül 1922), kaçışan diğer yunan kuvvetleri Uşak, Kütahya ve Aydın’dan çekilirken, İzmir’den kaçışırken etrafı yakıp yıkarak denize yöneldiler ve kimi sandallara binerek, kimisi de yüzerek kendilerini bekleyen gemilerle kaçtılar.. Ki, Başkomutan Mustafa Kemal’in savaşı başlattığı, sevk ve idare ettiği Kocatepe’den büyük bir taarruzla o mücadeleye başlayıp 400 kilometreyi aşkın bu mesafeyi savaşarak yol kat eden askerlerimiz, aç susuz ve uykusuz olarak 15 günde İzmir’e ulaştı.. Yalınayak, aç susuz ve uykusuz olarak düşmanı kovalayan askerlerimizin öncü birlikleri 9 Eylül sabahı güzel İzmir’e vardılar. Hükümet Konağı’na ve Kadife Kale’ye Türk Bayrağının çekildiği o 9 Eylül günü, o düşman güçleri denize döküldü.. Sadece İzmir değil, bütün Anadolu, onca acılara rağmen bu kurtuluşa seviniyordu.. İzmir Marşı’yla duygular dillendiriliyordu.!

Gereksiz girilen bir harbin sonunda maruz kalınan o işgallere karşı İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da (30 Ağustos 1922) ve yurdun her bir sathındaki o çetin mücadelelerle zaferlere ulaşıldı.. Bu sayededir ki, Millî Mücadele ile elde edilen o zaferlerle ve bu zaferler sonucu oluşan o Lozan’daki (24 Temmuz 1923) uluslar arası zeminde, eksiği gediği de olsa, elde edilen gerekli kazanımlarla bu güzel Cumhuriyet’in oluşumu sağlanan, Ulusallığımızı ve Ulusal bağımsızlığımızı taçlandıran gündür 29 EKİM.. Ve böylece aydınlığa, mutluluğa yöneliştir 29 Ekim..

[(Ki, Lozan için,“O sulh Konferansı’nda Türkiye Devleti yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından temsil olunur.” diye belirtmişti Atatürk.)

(Günümüzde dahi eleştirilen o Lozan Antlaşması kararları, o vakitlerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de tartışıldı; 23 Ağustos’ta, 14 karşıt oya rağmen 213 oyla kabul edildi. Lozan’a karşı çıkan bu 14 mebus kişiden hiç birinin ve hatta günümüzde bile o Lozan’ı eleştirenlerin, o şer Mütareke’yi, o şer Sevr’i de eleştiren belirgin bir beyanları yoksa neden?)  

(Ki, dün olduğu gibi günümüzde de tenkit edilen ve yarınlarda da yine kimilerince ve özellikle Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarınca, hilafet ve saltanat özlemcilerince, manda severlerce tenkit edilecek o Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923) hâlâ anlaşılmak, benimsenmek istenilmiyorsa nedeni nedir? Oysaki, Atatürk’ün tabiriyle Lozan, bir kazanımdır, cephede kazanılan savaşın uluslar arası siyaset arenasında da kazanılmasını, o Millî Zafer’in Batılılarca da tescil edilmesinin bir belgesidir. Bu belge, Türk ulusu adına Cumhuriyet için bir siyasi zaferdir..)

(Lozan’da kurtarılmışsa bir gövde, ne ifade eder kopan bir parmak, bir kol.! Ki, İngiliz Sir Andrew Ryan’a göre “Lozan, İngilizler için bir hezimettir..”, Lloyd Georga’ye göre de Lozan, “Uygarlığın (İngilizlerin) başarısızlığıdır.” Bu sözlerle o yabancılar kendi yetkililerini eleştiriyorlarken, kimilerimizin, bu gibi sözleri hâlâ tersine çevirip kendi heyetimize atfetmesi, o Lozan başarısının bizim için bir hezimetmiş gibi gösterilmeye çalışılması çabaları neyin nesidir, hangi akla hizmettir?!)

(Ki, Büyük Atatürk, Lozan için şöyle der: “Bu antlaşma (Lozan), Türk Milleti’ne karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış Büyük Suikast’ın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir.” (Gz.M.K.A.) (1927, Ankara) İşte tüm bunları da bilmek gerekiyor Cumhuriyet’in, Türkiye Cumhuriyeti’mizin öneminin idraki için!)]

“Türkiye halkı asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış be bağımsızlığı hayatın bir gereği kabul etmiş bir milletin evlâtlarıdır. Bu millet bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır; yaşayamaz ve yaşamayacaktır.” (Gz.M.K.A.). (18.06. 1922, Türk dostu Fransız yazar Claude Farrere şerefine verilen çay ziyafetinde), “Türk Milleti ve Cumhuriyet ayrılmaz bir bütündür.” (Gz.M.K.A.) anlayışını, Türklüğün millî dayanışmasını pekiştiren 29 Ekim; İstiklâlimizin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin kuruluşunun tüm dünyaya ilân edilişinin bayramıdır..

“Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur.” (Gz.M.K.A.). Bunun için “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” (Gz.M.K.A.) diyen Büyük Atatürk, o işgal günlerinde, yokluk ve yoksulluklar içinde bulunan ecdat diyarı bu güzel yurdumuzun ve cefakâr aziz ulusumuzun o işgalden, o mezalimlerden kurtulması ve yeniden özgürlüğe kavuşulabilinmesi için etkinliklerle, kongrelerle halkı bilgilendirmeyi ve halkın iradesine başvurmayı gerekli kılan ve millî iradeyi hakim kılan Meclis’in oluşumunu sağlamıştı.. Atatürk’e göre, kuruluşunu gerçekleştirdiği (Türkiye) Büyük Millet Meclisi sayesinde Millî Mücadele’ye başlanıldı ve azimle millî zafere ulaşıldı.. O zorlu günlerden kurtuluşun sağlayıcısı Meclis’in, Parlamento’ya dayalı bir yönetim biçiminin halkımıza daha uygun olacağı inancındaydı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.. Arkadaşlarına, akşam vakti, “Efendiler! Yarın Cumhuriyet’i ilân edeceğiz!”(28 Ekim 1923) diyerek Cumhuriyet’in ilanına karar verildi.. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildi.. Ve Türk milletine ait bu genç devletin adı “TÜRKİYE” oldu, Ve böylelikle yeni TÜRKİYE CUMHURİYETİ Devleti tüm dünyaya duyuruldu..

“Türk Milleti’nin karakterine ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.”(Gz.M.K.A.)., Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyet’e inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lazım.”(Gz.M.K.A.). diyen Büyük ATATÜRK’ün bu veciz sözleriyle de anlamını bulan 29 EKİM ve CUMHURİYET, Türk’ün özgürlük ve bağımsızlığının, ebediyen var oluşunun azim ve kararlılığının, vatan sevdasının destanıdır.

(Ki, o galip devletlerin çok sayıdaki savaş gemilerinin 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelip Dolmabahçe önlerinde demir atması neyin nesiydi? Marmara’da düşman gemilerinin bulunduğu, İstanbul sokaklarında süngülü düşman askerlerinin cirit attığı esir Başkent İstanbul’a, Lozan’ın ardından 6 Ekim1923’te Türk askerleri girdi.. O ingilizler ay yıldızlı al bayrağımızı selamlayıp gittilerdi.. Bu nedenle 6 Ekim de, İstanbul’un Düşman İşgalinden Kuruluşu Günü’dür.)

Düşman işgalinden ‘Kurtuluş’umuzun ve yeniden ‘Kuruluş’umuzun, İstiklâlimizin ve hürriyetimizin öncüsü yüce Başkomutan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün önderliğiyle coşup şahlanan ve kendilerine daima minnettar kaldığımız, Atatürk’ümüz ile birlikte her daim saygıyla, sevgi ve şükran duygularımızla andığımız şanlı şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin kan dökerek, can vererek bu güzel vatanı o işgalci emperyalizmin saldırgan askerlerinden temizleyerek bizlere armağan ettikleri bu kutsal vatanın özgürlüğünü ve bağımsızlığını, Türk İstiklâlinin ve Türk İstikbalinin ebediyetliğinin tescilini tüm yurda ve bütün cihana resmen duyurabilmek için başkent Ankara’da, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildi.. Bunun içindir ki, 29 Ekim; emperyalizmin işgalinden kurtuluşun ve yeniden kuruluşumuzun, yeniden var oluşumuzun, özgürlüğümüzün, hürriyete erişimizin millî bayramıdır.. 29 Ekim; ümmetten Millet olmaya, kulluktan birey olmaya yöneliştir.. 29 Ekim; TC’nin ulviyetini kavramaktır, eğitimin ve savunmanın millîliğine onurluca sahip çıkmaktır, Andımız’ı doğru anlamaktır.. 29 Ekim; Türklüğü ve Türkiye’yi savunmak, ay yıldızlı al bayrağımızı daima dalgalandırmaktır. Bu nedenlerledir ki, -29 Ekim; Özgürlük ve Ulusal Tam Bağımsızlık Andı’dır..

“Özgürlük ve Bağımsızlık Benim Karakterimdir.” (Gz.M.K.A.) diyen ve bu nedenle mevcut işgalden kurtuluş ve yeniden Hürriyete erişim için “Ya İstiklâl Ya Ölüm!” (Gz.M.K.A.) parolasıyla İstanbul’dan Bandırma vapuruyla Samsun’a yola çıkıp oradan Anadolu’ya geçerek bu güzel Anadolu’muzun maruz kaldığı o düşman işgalinden kurtuluşu için Samsun’dan başlattığı ve büyük bir zaferle sonuçlandırdığı ulusal mücadelesiyle o işgalden, o düşmanların mezalimlerinden kurtulup 23 Nisan ile amaçladığı 29 Ekim’e, ulusallığımıza ve ulusal bağımsızlığımıza yeniden kavuşmamızı sağlayan, ulusumuzu ümmetten millet olma erincine ulaştıran, dünün işgalcisi o haçlı emperyalizmin engelleyici sinsi şer entrikalarına rağmen sosyal, siyasal, eğitim, ekonomik ve gereği hasıl olan her alanlarda ilerlemeler oluşturma çabalarında bulunan, Musul ve Kerkük sorununun çözümlenmesinin engellenilmesi için kışkırtılan Şeyh Sait İsyanı’nın (Şubat-Nisan 1925) bastırılması uğraşısının yanı sıra Kabotaj hakkının (kazanımı 20 Nisan, Kabotaj Bayramı 1 Temmuz 1926) elde edilmesine de uğraşan eşsiz kahraman büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kendisine İzmir’de bir suikastın yapılması planının ortaya çıkması üzerine aziz ulusumuza ve bütün dünyaya “Benim fani vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” (Gz.M.K.A.) der! (16 Haziran 1926) Çünkü, “Cumhuriyet, ahlâki erdeme dayalı bir idaredir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Cumhuriyet erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya tehdide dayalı olduğu için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aralarındaki fark bundan ibarettir.” (Gz.M.K.A.) dediydi Başöğretmenimiz büyük Atatürk(14. 10. 1925, İzmir Öğretmen Okulundaki Konuşmasından)

“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz.” (Gz.M.K.A.). (Nutuk,15-20 Ekim 1927) diyerek ulus ötesi (komünizm, sosyalizm gibi) rejim önerilerine de karşı duruş gereği tavrını belirten ulusal önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün Cumhuriyet’imizin devamlılığının teminine dair, “Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu toplumun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.” (Gz.M.K.A.) (26.04.1926, Türk Ocakları Delegelerine) sözü de çok iyi anlaşılmalıdır.. Cumhuriyet’imizin ebediliği için millî anlayışımızın, millî kültürümüzün, laik çağdaş eğitimimizin önemi de belirtildiği halde ve de Büyük Atatürk’ün “Bütün Ümidim Gençliktedir!” (Gz.M.K.A.) (1919) veciz sözüyle belirtilen geleceğimizin teminatı gençliğimizin Cumhuriyet aydınlığıyla eğitim görmesi ifade edildiği halde bu önemli gerçekler her nedense görülmek, bilinmek, çağdaş laik sistemde uygulanmak istenilmiyorsa nedendir? Birçok insanımız, “Dünün işgalcilerince ve sinsi uzantılarınca, Türklüğün geleceğinin teminatı çocuklarımızın, geleceğimizin ümidi gençlerimizin Atatürk’ün Yolu’nda bilinçlenmesi, Türklük şuurunu, Atatürkçülük anlayışını kavrayan ve savunan nesiller olarak yetişmesi istenilmiyor.! Cumhuriyetin kazanımları çarptırılıyor.!” diye bir görüşü ısrarla ileri sürdürdüklerinde, bu görüşler dikkate alınmıyorsa, alınamıyorsa nedendir? İyi bilinmelidir ki, bu gaflet ve dalalete dair gereği tedbirlerin alınmaması söz konusuysa ve Cumhuriyet karşıtı durumlara sinsiden sinsiye teşvik durumu varsa, dinsel söylemlerle halk aldatılıyorsa, Türklüğe, Atatürk’e ve Cumhuriyetin kazanımlarına karşı kindarlık amaçlanıyorsa bunca yanlış tutumlar, aynı gemin içinde bulunan hepimiz için hayra alamet değildir.! Bunca aldanışlar tez önlenilmezse, onca gafletler, Sevr Bop peşindeki dünün işgalcisi o düşmanlara yarar.!!

Cumhuriyetin yarınlarının teminatı olan Gençliğimiz, yetiştirilirken Atatürk İlke ve Devrimleri’ni iyi anlamalı ki, Cumhuriyet’i, Cumhuriyetin kazanımlarını doğru anlayıp Cumhuriyet’imize ve hürriyetimize iyi sahip çıkabilsinler.. Türklüğün ve Türkiye’nin ezeli düşmanı o haçlı emperyalizmin ve o emperyalizmin harici ve dahili Truva atlarının sinsi şirin söylemlerine, din kisveli aldatmacalarına kanıp aldanmasınlar.. Gençliğimiz, ulusal kalkınmanın; millî kültürle, millî sanayiyle, millî üretimle, millî ekonomiyle yapılabileceğini iyi anlasın.. Ne diyordu yüce Atatürk; “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”(Gz.M.K.A.). (1921), Ki, “Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin bel kemiğidir.”(Gz.M.K.A.). Çünkü, “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla sağlanır.” (Gz.M.K.A.) (1922), diyordu Büyük Atatürk.

Gençliğimiz; yakın tarihimizi de çok iyi bilmelidir.. İşgal yıllarında, o işgale karşı konulması gerekirken, Cihan İmparatorluğu Osmanlı askerinin sayısının azaltılması için terhis edilmesi, elinden silahının alınıp depolara atılması neyin nesiydi!? Ki, o işgal günlerinde terhis edilen askerlerin birçoğu illerine, köylerine boynu bükük gittiydiler.. Durum buyken, dünün işgalci güçleri, bu güzel ülkemizin millî birliğinin çözülmesi için Osmanlı’ya kurdurttuğu, çoğunluğu düşman işbirlikçilerinden oluşan “Heyet-i Nasiha” denen bir aldatma görevlisi insanlarla oluşturulan bir heyet oluşumuyla halkımız yanıltılmaya, kandırılmaya çalışılmıştı.. Hainler yanı sıra kimi gafil insanımız da, bunlarca söylenen, “Vatanınızı düşmanın işgaline açılımını sağlayın, para verirler, rahata kavuşursunuz.!!”, Ki, (Sadrazam Damat Ferit’in) “Padişah ve benim yegane ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.” türündeki yanıltıcı söylemli o şer yalanlarına aldanarak onlara yardım etmeyi benimsemişler, ülkenin işgalden kurtuluşu için kuşatma altındaki saraydan medet ummaya başlamışlardı! Ülkeyi işgale gelen düşman askerleri ve İstanbul denizini dolduran düşman gemileri için “Geldikleri gibi giderler!” (Gz.M.K.A.) (13 Kasım 1918) diyerek vatanın ve milletin o düşman işgalinden kurtuluşu için fedakârca çalışan Mustafa Kemal Paşa’nın millî mücadelesine ve millî mücadelecilerine karşı durmayı, Millî Mücadele gayretlerini engellemeyi hünerli görev edindirilmişlerdi.! Düşmanın adamları, Osmanlı diyarının millî birlikteliğinin çözülmesi, işgale ve paylaşıma karşı durulmasının önlenilmesi için yurtsever subayları, Atatürk sever aydınları tutuklatırdılar.. Hatta o sinsi İngilizler daha ileriye giderek Meclisi Mebusan’ı basarak Millî Mücadele taraflısı, Mustafa Kemal yanlısı vekilleri tutuklamaya kalktıklar ve hatta bir kısmını tutukladılar; aydınlarımızın, subaylarımızın kimilerini Bekir Ağa zindanlarına attılar, kimilerini ise Malta’ya sürgün ettiler.! Bu hazin durumlar nasıl unutulur, nasıl dersler çıkarılmaz?!

Gençlik iyi yetiştirilmelidir. Bu güzel vatanın geleceğinin teminatı Türk gençliği, Ulusal Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Hangi istiklâl vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.” (Gz.M.K.A.) (1919), “Millî mücadele şahsi hırs değil, millî ideal, millî onur sebep olmuştur.” (Gz.M.K.A.) (1925), “Türk milleti, millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.” (Gz.M.K.A.) sözleriyle millîliğin, egemenliğin ulviyetini anlasınlar. Çünkü, “Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez.”(Gz.M.K.A.)(1922), Çünkü “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”(Gz.M.K.A.) (20.01.1923) Ki, “Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir.” (Gz.M.K.A.) (Balıkesir Nutku, 07 Şubat 1923), “Türk Genci, devrimin ve rejimin (Cumhuriyet’in) sahibi ve bekçisidir.” (Gz.M.K.A.) (Bursa Nutku, 1933) öğütlerini de göz önünde bulundurarak bu tarihi olayları da bilsin ve buna göre tutum alsın ki, dünün düşmanı ve o düşmanın dahili ve harici işbirlikçileri, günümüzde de, yarınlarda da o işgal yıllarındaki benzeri oyunları, 15 Temmuz (2016) gibi bir ihaneti tekrar tekrar oynama fırsatına kavuşamasınlar; dünün benzeri gibi aydınlarımıza, subaylarımıza dair kumpaslara, sinsi şer senaryolara yönelemeye zemin bulamasınlar.!

Türklüğün, Türkiye’nin düşmanları, o şer Sevr BOP emelleri için sinsice din şemsiyesine gizlenirler, laikliği yıpratmaya, laikliği kötü göstermeye çalışırlar. Gençliğimiz, halkımız, Laikliğin dinsizlik olmadığını, laikliğin de Cumhuriyet’in dayanaklarından olduğunu bilsinler. Kimilerinin, laiklik üzerinden, dinsel söylemler üzerinden Atatürk sevgisini sarsamaya, Atatürk yolundan saptırmaya, Cumhuriyet’ten uzaklaştırılıp emperyalizme avuç açtırmaya çalıştığını tez anlasın, kavrasın; yanılgıya düşülmesin.. Bu konuda da bakın Atatürk ne diyor; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en tehlikeli düşmanı, siyasi düşünceye dönüşen irtica, yobazlık ve şeriat bağnazlığıdır.” (Gz.M.K.A.). “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için hakiki dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, terrakkinin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinde perde kalkmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.” (Gz.M.K.A.) (1930), “Bizi yanlış yola sevk eden alçaklar, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve dürüst halkımızı hep şeriat sözleriyle (dinsel söylemlerle) aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melânetten gelmiştir.” (Gz.M.K.A.) Ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, o işgal günlerinde o düşman işgalinden kurtuluş için oluşturulan Kuvayı Millîye’nin ve o ulvi Millî Mücadele’nin aleyhine, o işgalci ecnebilerin lehine fetva vermeleri neyin nesiydi, hangi akla hizmetti!? Bu ihanetin hazin bir örneği 15 Temmuz değil midir?! Atatürk Cumhuriyetine, Türklüğün vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütünlüğünün dağıtılmasına yönelik tertiplenen bu 15 Temmuz (2016) ihaneti de nasıl unutulur? Bu durumlar da gösteriyor ki, insanlarımız, dinci simsarların dinsel içerikli yalanlarıyla kimi kişiler çabuk kandırılabiliniyormuş.! Ki, vaktiyle Arapları Türklere karşı, dinselliği kullanarak kışkırtan İngiliz ajan Lawrence gibi Winston Churchill’in de, o işgal günleri ve sonrası için söylemiş bulunduğu şu söz de bir hayli manidardır(!): “Türkleri, savaşarak, silah ve askeri kuvvetlerle asla yenemezsiniz! Sadece Din adamlarını devşirin ve kullanın! Onlar zaten Devleti yıkarlar!” (Winston Chuschill) Demek ki, o ecnebiler, vaktiyle Osmanlı diyarında tarikatların ve din tacirlerinin yayılmasını bu nedenlerle sağlamışlar; DAD, Ilımlı İslam unsurlarıyla Türklüğe ve Türkiye’ye yönelik düşmanlığı günümüzde de körüklemiş durumdalar!

Aydınlık güzel yarınlarımızın, ulusal tam bağımsızlığımızın ebediliği için bu güzel Cumhuriyet’imize bilinçle ve içtenlikle sahip çıkmalıyız. Türklüğün ve Türkiye’nin ezeli ve ebedi düşmanı o haçlı emperyalizmin AB masalına, IMF batağına, AP tuzağına, BOP entrikasına aldanmamalıyız.. Yabancıya özelleştirme gafletine düşmemeliyiz! Millî üretim, millî kalkınma ancak ve ancak millî anlayışla ve dosdoğru millî uygulayışla sağlanır.. Ulusallığımızın ve Ulusal tam bağımsızlığımızın önemliliğinin kavranmasına, millî bilincin gelişmesine ve pekişmesine yol gösteren Millî Bayram’larımız; daima onurla, coşkuyla, gururla dillendirilmeli ve her şartta ay yıldızlı al bayraklarımız dalgalandırılarak gururla kutlanılmalıdır. Hürriyetimizin, özgürlüğümüzün sağlayıcısı, güzel yarınlarımızın yol göstericisi Büyük Atatürk’ün resminden, o büyük Nutuk’undan, Gençliğe Hitabe’sinden ve veciz öğütlerinden daima gurur duyulmalı ve ilham alınmalıdır.. Bu güzel devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzü, Çanakkale ve İstiklâl Savaşı’mızın ve vatan müdafaamızın şanlı şehitlerimizi ve merhum gazilerimizi, bu kutsal vatanı bizlere emanet eden ecdadımızı daima sevgiyle, saygıyla, rahmetle ve şükran duygularıyla anmalıyız.

Ne hazindir ki, Ulusal Bayramlarımıza dair kısıtlamalar, iptaller ve hatta millî en büyük bayramımız olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mızın kutlanılmasına yönelik engellemeler varsa bu tutumlar neyin nesidir!? Yurdumuza, ulusallığımıza dair ikilik yaratılmasına yönelik tutumlar söz konusuysa bu yanlış tutumlar, bu gaflet ve dalaletler hayra alamet değildir.! Çok iyi bilinmelidir ki, Ulusal Bayramlar’ımız, ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın devamlılığının sağlayıcısı; vatan, millet, hürriyet ve Cumhuriyet bilincimizin pekiştiricisi günlerimizdir.. Ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın, Vatan toprağımızın ulviyetini sağlayan bu Millî Gün’lerimize ve Millî Bayram’larımıza saygı daima millî bir görevdir..

“Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.” (Gz.M.K.A.) (29 Ekim 1923) diyen Cumhuriyet’imizin, Ulusallığımızın ve Ulusal tam bağımsızlığımızın baş mimarı büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüz; Onuncu Yıl Nutku’nda; (29 Ekim için diyordu ki) “En büyük bayramdır. Kutlu olsun!”, “Bu büyük millet bayramını daha büyük şerefle, sadetle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.” (Atatürk, 1933) temennisinde bulunduğu 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mızın özündeki Cumhuriyet, fazilettir.. “Kul’luktan fert, tebaa’dan millet oluş’umuzu sağlayan bu güzel Cumhuriyet, İstiklâl, istikbal ve Hürriyet’tir.. (kul=köle, tebaa=uyruk)

O işgalci haçlı emperyalizmin bu güzel yurdumuzdan sökülüp atılmasıyla oluşan ulusal bağımsızlığımızın en önemli sembollerinden sayılan Cumhuriyet Bayramı’nı ve diğer Ulusal Bayramlarımızı ve millî anma günlerimizi hafife almak hissi bile etik değildir, büyük bir gaflettir; böyle bir gaflet ancak ve ancak mandacılığa ve o şer sevr bop tuzakçısı o emperyalizme hizmettir.! Bu nedenledir ki, 29 Ekim, millî saygı ve millî özveri gerektirir.. Çünkü, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; Millî Kurtuluş’umuzun ve Ulusal Kuruluş’umuzun ve de ebedi var oluşumuzun, ulusallığımıza ve ulusal bağımsızlığımıza daima onurluca sahip çıkışın, erincine ulaşılan özgürlük coşkusunun ulusal bilinçle devamlılık ereğinin Bayramı’dır..

Hilafet ve saltanat özlemcileri, takkiyeciler, o haçlı emperyalizmin sinsi şer işbirlikçileri, mandacılar öteden beridir bu güzel Cumhuriyet’imize yönelik kinleri, karşıtlıkları süregelmektedir.. Bu durumu önceden sezinleyen büyük önderimiz Atatürk;

“Biz Türkler, tarih boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.” (Gz.M.K.A.) (1927), “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen zamana uygun ve bütün anlam ve biçimleri ile medeni bir sosyal toplum durumuna ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel ilkesi budur.” (Gz.M.K.A.) (Kastamonu/30 Ağustos 1925), “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” (Gz.M.K.A.) (Kastamonu/30 Ağustos 1925) Çünkü,“Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için (Hayatta ) en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanında takip eylemek şarttır.” (Gz.M.K.A.) Ki, “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir; bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. Laklik, adam olmaktır!”(Gz.M.K.A.) Ve çünkü, “Din gibi temiz bir duygu, politika gibi kirli oyunlara alet edilemez. Din, ait olduğu yerde, temiz vicdan sahnesinde yaşanmalıdır.” (Gazi Mustafa Kemal)

Bundan dolayıdır ki, dünün o düşman işgalinden “Kurtuluş”umuzun ve yeniden “Kuruluş”umuzun öncüsü Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yine ısrarla demektedir ki: “Öğretmenler! Cumhuriyet; fikren, ilmen fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli bu nitelik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.” (Gz.M.K.A.) diyor ve bununla ilgili olarak daima Atatürk ve Atatürkçülük ile ilgili unsurları da içeren çağdaş müfredatlar gerekiyor.. Çağdaş nesil ancak çağdaş anlayışla yetişir. İki farklı eğitim sistemiyle iki ayrı tip insan yetişir.. Mahalle Mektebi ve Medrese eğitimi anlayışı, müspet bilim için yeterli değildir. Bu nedenle, “Milletimizin, memleketimizin dâr-ül irfanları (ilim yuvaları) bir olmalıdır.” (Gz.M.K.A.) “Bütün memleket evladı, kadın ve erkek aynı şekilde oradan eğitim alarak çıkmalıdır.” (Gz.M.K.A.) diyerek neslin iyi yetişmesini isteyen Atatürk, geçmişin yanılgılarından kurtulabilinmesi için Tevhidi Tedrisat Kanunu’nu (3 Mart 1924) ile eğitimde birliktelik sağlanırken, laik eğitimin temini için de Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Kanunların Şeriatla Uygunluğunu Denetleyen Vekalet) de aynı gün kaldırıldı. Eğitim ve öğrenimin kolaylığının teminine yönelik kolay yazı için (1928’de) yeni alfabeye geçildi..

Dün olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de bu güzel Cumhuriyet’imizin, yurdumuzun ve ulusumuzun yükselip yücelmesine veya gerileyip dağılmasına etken olabilecek en önemli unsurun eğitim olduğunu söylemektedir Cumhuriyetimizin banisi Atatürk. “Yanlış eğitim politikalarıyla doğruya varılamaz; geçmişin yanlışlarından, hurafelerden medet umarak çağdaşlığa, uygarlığa ulaşılamaz.!” Ki, geçmişte “..Milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa, bu hata bizim değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlarındır.” (9 Ağustos 1928) diyen Atatürk’e göre;

“Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Zaferlerin sürekli neticeler vermesi ancak irfan (kültür) ordusunun varlığına bağlıdır.” (Gz.M.K.A.) (1923) Bu nedenledir ki, “Yetişecek çocuklarımıza ve gençliğimize, göreceği tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, ulusal geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” (Gz.M.K.A.) (1922) diyerek de ulvi bir öğütte bulunuyorken, çok değer duyduğu öğretmenlerden de; “Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in fedakâr öğretmenleri ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır.” (Gz.M.K.A.) (25. 08. 1924), “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” (Gz.M.K.A.) (25. 08.” 1924, Muallimler Birliği Kongresi Üyelerine) diyerek yeni neslin, Türkiye Cumhuriyeti’mizin teminatı gençliğin laik çağdaş uygarlık yolunda ilimle, fenle daima çok iyi yetiştirilmesi isteğinde bulunmuştur.

“Kurtuluş”umuzun ve “Kuruluş”umuzun Öncüsü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevinin, öncelikle gençlerimize düştüğünü belirtmek için, 30 Ağustos 1924’te, Dumlupınar Savaşları’nın yıldönümünde, Dumlupınar’ın Çal Köyü’ndeki “Meçhul Asker” anıtını başında yaptığı o konuşmanın sonunda diyordu ki; “Gençler! Cesaretimizi takviye ve idame eden (devam ettiren) sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.”, “Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyet’i biz kurduk; onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz!”(Gz.M.K.A.) Bu nedenle gençlik iyi yetişmeli, yetiştirilmelidir.

“Efendiler, artık, vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor, ilim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık.. Vatan, bu isteklerini tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde çalışmayı emreder.” (Gz.M.K.A.) diyerek vatana hizmetin ehemmiyetini dillendiren, “Türk milletinin yürümekte olduğu terakkî ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.” (Gz.M.K.A.) diyerek ilmin önemini belirten, “Yurtta barış, Cihanda barış.” (Gz.M.K.A.) sözüyle ‘barış’ın, yurt ve dünya üzerindeki önemliliğini ve doğru uyulması gerektiğini dillendiren, o ünlü “Onucu Yıl Nutku”nun sonunda “Ne mutlu Türk’üm diyene.” (Gz.M.K.A.) (1933) diyerek Cumhuriyet’imizle, devletimizle ve milletimizle gurur duyarak bu kutsal vatanın ve aziz milletin huzuru ve refahı için dürüst ve azimle çalışmamızı öğütleyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Tarihi’ne not düşmek, halkımızı bilgilendirmek için yazdığı, 15/20 Ekim 1927 yılında, kurduğu partinin Ankara’daki kurultayında (CHP’nin 2. Kurultay’ı) 36.5 saat süren ve toplam altı günde okuyup milleti bilgilendirdiği o büyük tarihi “Nutuk”un sonunda Türk Gençliği’ne seslenerek; “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temel budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici düşmanların olacaktır. İşte bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” (Atatürk) öğüdünü içeren “Gençliğe Hitabe” de çok iyi anlaşılmalıdır. İnsanımız, gençliğimiz, aydınlık yarınlarımızın temini, ulusallığımızın ve ulusal tam bağımsızlığımızın ebediliği için bu bilinci mutlaka edinmelidir.! İşte bu gençlik, bu yeni gençlik, gönlü genç nice vatanseverlerimiz, geçmişteki, o işgal günlerindeki yurtsever aydınlarımızı, yurtsever subaylarımızı susturmaya, etkisizleştirmeye çalışanlar, günümüzde ve yarınlarda yine karşımıza çıkarsa, gençliğimizi, yurtseverlerimizi Atatürk’ün Aydınlık Yolu’ndan cebren ve hile ile saptırmak isteyenler bulunursa, bu bedhahların bu hain engelleri, sinsi şer entrikaları, kirli kumpasları yine Büyük Atatürk’ün öğütlerinden ilham alınarak, “Mustafa Kemal’in Askeriyiz!” sözünün bilimsel düsturuyla Atatürk’ün yolundan dürüstçe ve azimle dosdoğru gidilerek aşılmalıdır..

“Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir.” (Gz.M.K.A.) bilinciyle hareket edilmesini istediğinden “Türk! Öğün, çalış, güven.”(Gz.M.K.A.) (öğün=düşün)(1934) öğüdüyle yol gösteren, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!”(Gz.M.K.A.) diyerek “barış”a önem verilmesi gerektiğini belirten, Cumhuriyetimizin Onuncu Yıl Nutku’nda büyük bir coşkuyla, “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” (Gz.M.K.A.) temennisinde bulunup “Hayattaki yegane üstünlüğüm, Türk doğmaktır!” (Gz.M.K.A.) fikriyatını desteklemek için de “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” diyen Büyük Önderimiz Eşsiz Kahraman Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’müzün o yokluklarda ve o bin bir zorluklardaki o nice mücadeleleri, bunca güzel öğütleri; Cumhuriyet’imizin yarınlarının daima aydınlık kalmasının, yaşantımızın çağdaşlığının, ulusal varlığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın ebediyetliğinin devamlılığının temini içindir..

Türkiye Cumhuriyeti’mizi taçlandıran ve (bakiliği için kongreler yapılıp) temeli 23 Nisan’da atılan 29 Ekim; yurdumuzun ve ulusumuzun coşku, huzur ve gönenç içinde bulunmasının temini ve ulusal tam bağımsızlığımızın bekasının devamlılığıdır. Bu nedenledir ki, 29 Ekim’i iyi anlamalıyız, 23 Nisan ile filizlenen 1923’ün 29 Ekim’in ukviyetine onurluca sahip çıkmalıyız.. Dünün işgalcileri o haçlı emperyalizm ve uzantıları, dahili ve harici bedhahlar, kimi gafiller hoşnut olmazsa bile Millî Bayramlarımız, daima coşkuyla ve huzur içinde kutlanılmalıdır.! 1923’e dürüstçe bağlılığın, Türkiye Cumhuriyeti’ne gönülden sevgi ve sadakatin yani Atatürk Yolu’ndan dürüstçe ve azimle dosdoğru gitmenin ifadesidir Andımız.. Ki, 19 Mayıs’a, 1923’e, Büyük Önderimiz Atatürk’e ve eserlerine saygı duymayanların, sahip çıkmayanların, 2023 söylemlerine, o güzel söylemli şer takkiyelerine aldanıp kanılmamalıdır.! Cumhuriyet’imize, Parlamenter demokrasimize daima onurluca sahip çıkılmalıdır. Bunun için temeli bilinçli Atatürkçü bir gençlik yetiştirilmelidir.. Çünkü, “İstiklâlde ve istikbalde dahi bu temel bizim en kıymetli hazinemizdir.”

O işgalci haçlı emperyalizmin bu güzel yurdumuzdan, ecdat diyarı bu güzel vatan toprağımızdan şehit ve gazilerimizin o yokluklardaki, o zorluklardaki azmiyle sökülüp atılmasıyla elde edilen ulusal bağımsızlığımızın en önemli sembollerinden sayılan Cumhuriyet Bayramı’nı hafife almak hissi bile etik değildir, büyük bir gaflettir.! Böyle bir gaflet ancak ve ancak mandacılığa ve şer uzantısı o haçlı emperyalizme hizmettir.! Bu nedenlerledir ki, 29 EKİM, saygı, sevgi ve özveri gerektirir.. Çünkü, Büyük Atatürk’ün, “En Büyük Bayramdır; Kutlu Olsun !” dediği bu 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI, “Millî Kurtuluş”umuzun ve de akabindeki “Ulusal Kuruluş”umuzun Bayramı’dır. Kutlu Olsun!

Hilafet ve Saltanat özlemcilerinin, takkiyecilerin, dünün o işgalci haçlı emperyalizmin sinsi şer işbirlikçilerinin, o mandacıların, öteden beridir bu güzel Cumhuriyet’imize yönelik kindarlıkları, karşıtlıkları süregelmektedir.. Bu durumu sezinleyen ve “Bütün ümidim gençliktedir!” diyen büyük önderimiz Anafartalar, Sakarya ve Dumlupınar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu güzel Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevini öncelikli olarak gençlerimize veriyor ve;

“Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sisiniz. Cumhuriyet’i biz kurduk; onu yükseltecek ve yaşatacak olan sizsiniz.”(Gz.M.K.A.) diyor.. Bu nedenlerledir ki, devletimizin banisi, ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın öncüsü Büyük Devlet Adamı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’müzün onca yokluklara ve bin bir zorluklara rağmen yurdumuzun ve ulusumuzun huzur ve refahı için yaptığı çabalarından, öğütlerinden ve görevlerinden esinlenerek yarınlar için büyük bir coşkuyla denilebilmelidir ki; “İlkemiz, Atatürk’ün İlkesi; Ülkümüz, Atatürk’ün Ülküsü; Yolumuz, Atatürk’ün Yolu’dur.” Bu nedenlerledir ki, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü iyi anlamalıyız ve “Kemalizm”i dosdoğru kavrayıp Atatürk Yolu’ndan azimle dosdoğru gitmeliyiz.. Çünkü, Atatürkçülük, sadece laf değildir; Atatürkçülük; Atatürk İlkelerini ve Atatürk Devrimlerini benimsemek ve bu Türk Devrimleri’ni dürüstçe savunmak ve de azimle yaşatmaktır; gericiliğe, o haçlı emperyalizme ve onun şer Sevr bop bölücülüğüne, müstemlekeliğe, cehalete, sefalete ve her türlü sinsi şer entrikalara onurluca karşı durmaktır..

Cumhuriyet, sadece laf değil, emek ister.. İyi bilinmelidir ki, Cumhuriyet, milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim ile ilgili bir devlet biçimidir. Demokrasi için diğer mevcut yönetim biçimlerinin en iyisi olan Cumhuriyet, halkın egemenliğidir, seçtiği vekiller aracılığıyla halkın kendi kendisini yönetmesidir.. Meclis’e, Parlamentoya dayalı bir yönetim biçimi olan Cumhuriyet, iyi anlaşılmalı ve daima dosdoğru uygulanmalıdır.. Önemli devlet adamlarımızdan Kıbrıs Fatihi Bülent ECEVİT’in dediği gibi Meclisimiz Cumhuriyet’e meydan okunacak yer değildir.!” [Burası (Meclis) devlete meydan okunacak yer değildir!” (Ecevit).(B.Ecevit’in Meclis konuşması, 2 Mayıs 1999)] Ki, Cumhuriyetçilere göre, emperyalizme ve emperyalizmin güdülediği gericiliğe ve şer sevrbop bölücülüğüne onurluca karşı durmayı ulusal bir görev addeden gerçek vatanperverlere göre, Yüce Meclis (TBMM), Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet’in kazanımlarının savunulacağı ve özellikle savunulması gerektiği bir yerdir.. Bu hususta yüce Atatürk diyordu ki; “Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.” (Gz.M.K.A.). Ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın fiili yönetim biçimi olan Cumhuriyet’i ancak Cumhuriyetçiler doğru ve dürüstçe savunabilir.. Gerçek Cumhuriyetçiler, Cumhuriyet’ten, Cumhuriyet’in kazanımlarından yana tavır alabilir.. Bu nedenlerledir ki, 29 Ekim coşkusu, 29 Ekim’i anlamaktır. 29 Ekim; Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’imizin kazanımlarına, Cumhuriyet’imizin tarımına, sanayisine, Millî Eğitim’e, Türklüğümüze ve Türkçemize, kıyısıyla-ırmağıyla-adasıyla bu kutsal vatan toprağımıza, ulusal kalkınmamıza, millî benliğimize ve ulusal bütünlüğümüze, şanlı ordumuza, ulusal bağımsızlığımıza daima onurluca sahip çıkmaktır; vatanımızın ve milletimizin huzur ve refahını, ay yıldızlı al bayrağımızın daima özgürce dalgalanmasını sağlamaktır, yabancıya özelleştirme girdabından daima uzak durmaktır.. Bu nedenlerledir ki, Millîlik, yabancıya özelleştirmeler değildir! Millîlik, millî yatırımdır ve de Millîlik, millî üretimdir.. Millîlik, millî kalkınmamızı yükseltmektir; Millîlik,huzur ve refahı arttırmaktır, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin sinsi şer oyunlarına karşı daima millî bir azimle onurluca karşı durmaktır.. Millîlik, yabancıdan saman alma durumuna düşmek değildir, çalışıp üretmektir ve ihraç etmektir, ve de yerli üretimle ekonomiyi, halkımızın refah düzeyini arttırmak gayretiyle ordumuzu ve yurdumuzu güçlendirmektir..

Türkiye Cumhuriyeti’mizin, ulusal bağımsızlığımızın, vatan toprağımızın ebediliği için Parlamento sistemi olan Cumhuriyet’e, demokrasiye bilinçle ve çağdaş laik ilimle sahip çıkılmalıdır. Parlamentosu olmayan Cumhuriyet yönetimi, demokrasi yönetimi değildir.! Sağlıklı bir demokrasi için ünlü filozof Platon şöyle der:   “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi otokrasiye geçebilir..” (Platon). Bu güzel söz gibi Gazi Paşa’mızın aşağıdaki veciz sözüne de çok iyi kulak verilmeli ve doğru anlaşılmalıdır. Geçmişin o yanılgılarına bir daha düşmemek için, Büyük Atatürk’ün kurduğu CHP’nin içine dahi sinsice sızmış veya sızdırılmış o Truva atlarının o şirin söylemlerine aldanıp kanmamak için Gazi Mustafa Kemal Atatürk şöyle der; “Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin.” (Gz.M.K.A.). Atatürk tarafından özenle söylenmiş bulunan bu söz, çok iyi anlaşılıp dosdoğru uygulanmalıdır; koyun postuna bürünmüş Truva atlarına adlanılmamalıdır! Çetin engelleri kan dökerek, can vererek aşıp ulaşılan 29 Ekim’i anlamak ve yaşatmak, dünün işgalcisi o haçlı emperyalizme karşı durmak, şehit ve gazilerimizin, ecdadımızın kutsal emaneti bu güzel vatan Türkiye’mizi, Türkiye Cumhuriyeti’mizi Atatürk Yolu’ndan giderek azimle dürüstçe savunmak ve kalkındırmak millî görevimizdir.. Yeniden hürriyet için Millî Mücadele azmiyle kanı canı pahasına savaşan şanlı şehitlerimize ve kahraman gazilerimize minnettarız.. Gayretleriyle kavuştuğumuz bu ulvi bayram 29 Ekim, yurdumuza ve ulusumuza kutlu olsun, yarınlarımız ger daim huzur ve gönençli olsun.. “En Büyük Bayram 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”, ecdadımızın yadigarı, şanlı şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin kutsal emaneti bu güzel yurdumuza ve aziz ulusumuza Kutlu Olsun!

İşgalden “Kurtuluş”umuzun ve Yeniden “Kuruluş”umuzun Mimarı, Ulusallığımızın ve Ulusal Bağımsızlığımızın Büyük Önderi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, “Türk Milleti”ne seslenerek, “Bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türk’üm diyene.”(Gz.M.K.A.). diye bir temennide bulunduğu bu güzel Cumhuriyet’mizin Onuncu Yıl Nutku da Bursa Nutku da “Gençliğe Hitabe” de çok iyi anlaşılmalıdır.. Yurdumuza, ulusumuza ve dünya insanlığına barış, huzur ve refah getirmesi dileğinde de bulunulan -29 EKİM ve CUMHURİYET; Türklüğün ve Türkiye Cumhuriyeti’mizin yarınlarını daima aydınlatan, ufkumuza ışık tutan sönmez bir meşalemizdir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’mizin öneminin ve de devamlılığının ulviyetini dillendiren bu millî günlerimizin, o düşman işgalinden “Kurtuluş”umuzun ve yeniden “Kuruluş”umuzun yıldönümü bayramlarımızın coşkuyla kutlanılması, iyi anlaşılması ve dosdoğru sahip çıkılması gerektiğini belirten bu Cumhuriyet; aydınlıktır, kalkınmaktır, uygarlaşmaktır.. Demokrasinin, laikliğin, çağdaşlığın, uygarlığın teminatı ve “bilhassa kimsesizlerin kimsesi” olan bu güzel Cumhuriyet; özgürce yaşamaktır, huzur ve refahtır, ulusallığımızı ve ulusal tam bağımsızlığımızı ebedi kılmaktır. Vatanseverlik, dürüstçe millî olmaktır, dünün o işgal ve sevr paylaşımcısı o haçlı emperyalizme ve o emperyalizmin şer oyunlarına, 15 Temmuz bop hain eyleminde görüldüğü gibi o hain Truva atlarına karşı daima onurluca karşı durmaktır..

Ecdadımızdan yadigar kalan, Büyük Atatürk’ün Önderliğiyle o düşman işgaline karşı yapılan Millî Mücadele’yle yeniden özgürlüğüne kavuşturulan bu kutsal vatanımızı, Cumhuriyet’imizi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizi, dahili ve harici düşmanlara karşı daima onurluca savunmalıyız. Dünkü düşman işgaline ve mezalimlerine karşı yeniden ulusal bekamızın temini için Millî Mücadele azmimizi Çanakkale Anafartalar’da da ışıldatan yüce Başkomutan Ulusal Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün önderliğiyle coşup şahlanan şanlı şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin kutsal emaneti bu güzel vatanımızı daima onurluca korumalıyız ve her daim dürüst azimli gayretlerle yüceltmeliyiz.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mız yurdumuz ve ulusumuz için ulvi bir bayramdır.. Tekrar tekrar Kutlu Olsun! Bu büyük bayram, Ulusumuza ve tüm insanlığa huzur, mutluluk, barış ve esenlikler getirsin.

“Yaşasın Vatan, Yaşasın Millet, Yaşasın Hürriyet!”(N.K)

Her daim coşkuyla haykıralım: Yaşasın Cumhuriyet.

Kemal KOÇÖZ (Eğitimci) ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Karasu Şubesi Kurucu eski