Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Karasu Şubesi Kurucu eski Başkanı Kemal Koçöz, 24 Kasım Öğretmeler Günü nedeniyle bir açıklama yaptı. Koçöz açıklamasında, ”Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde coşan şehit ve gazilerimizin kahramanlıklarıyla düşman işgalinden ve mezalimlerinden kurtulup yeniden özgürlüğe kavuşan bu güzel vatanımızın engin ufuklarını aydınlatan sönmeyen Kutlu bir meşaledir 24 Kasım!” ifadelerine yer verdi.
24 Kasım’ın anlam ve önemine vurgu yapan Kemal Koçöz şu açıklamayı yaptı:’
”24 Kasım’larda coşkuyla okunur meslekle ilgili Andımız;
Hangi vicdanı sızlatmaz ki Okullardan kaldırılan Andımız!
Yurtsever yürekleri hüzünlendiriyorsa da her 10 Kasım’lar!
Baş öğretmen Atatürk’ün yaşadığını belirtir 24 Kasım’lar.
Yolunda hep dosdoğru gitmeyi görev edinmelidir her bir Türk;
Uygarlığımıza bir rehberdir ebedi BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK. (K.K.)
“En önemli ve feyizli görevlerimiz, millî eğitim işleridir. Millî Eğitim işlerinde behemahal (mutlaka) muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin hakiki kurtuluşu ancak bu surette olur.”(1922) diyen Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde coşan şehit ve gazilerimizin kahramanlıklarıyla düşman işgalinden ve mezalimlerinden kurtulup yeniden özgürlüğe kavuşan bu güzel vatanımızın engin ufuklarını aydınlatan sönmeyen Kutlu bir meşaledir 24 Kasım!
Şanlı Ecdadımızdan yadigar kalan, kahraman şehitlerimizin ve gazilerimizin kutsal emaneti olan bu güzel vatanımızda aydınlık yarınlarımızın ebediyen sürüp gitmesinin teminatı, bilinçli bir toplumdur; eğitimli bir gençliktir.. Bu nedenledir ki, “Memleket evladı, her öğrenim aşamasında ekonomik hayatta verimli, etkili ve başarılı olacak surette donatılmalıdır.” (M.K.Atatürk) temennisindeydi ebedi Başöğretmenimiz Atatürk. Ki, Onuncu Yıl Nutku’nda da belirttiği gibi Milletimizin en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılınmasını, millî kültürümüzün muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarılmasının sağlanılmasını, müspet ilmin gerekliliğini dillendiren yüce Atatürk, “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın (kültürün) müspet fikirlerini veriniz. İstikbalin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler tatbik mevkiine konduğu vakit Türk milleti yükselecektir.” (M.K.Atatürk) diyerek bu güzel Cumhuriyet’imizin teminatı gençliğimizin müspet bilimin aydınlığında iyi yetişmesini çok önemsemişti.
Çok kötü günlerdi o işgal yılları! O yokluklara, bin bir zorluklara rağmen Millî Önder’imiz Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Millî Mücadele ile o işgalden kurtuluşu sağlanan bu güzel vatan toprağında Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşu gerçekleştirilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin, huzur ve refahının iyileşmesini istediği vatanımızın ve milletimizin tarım ve sanayisinin gelişmesi; sosyal, siyasal ve her alandaki iyileşmelerle gönençli aydınlık yarınlara ulaşılması için gerekli olunan temel, iyi bir eğitimdir ve bu temel eğitimin sağlayıcısı ise öğretmendir.. Bu nedenledir ki, yarınlarımızın aydınlığının sürekliliği, yüksekliği ve sağlamlılığı öğretmenlerimizin müspet bilim doğrultusunda azimle özverili çabalarına, vatansever nesiller yetiştirmesine bağlıdır..
Vaktiyle atının nalıyla Orta Çağ Avrupa’sının Orta Çağ karanlığından kurtulup ilme, tekniğe yönelmesine bir nebze de olsa katkı sağlayan Cihan imparatorluğu Osmanlı’nın bu güzel diyarında, şehit ve gaziler emaneti bu kutsal topraklar, (Enver Paşa ve birkaç arkadaşının, kaybedilen yerlerin geriye alınması hayaliyle girilen) Birinci Dünya Savaşı yangınının sonucu oluşan o Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) bahanesiyle oluşan dayatmalarla işgale ve paylaşıma maruz kalındıydı..
[Mütareke gereği birçok askerin terhis edilmesi nedeniyle kimi birlikler dağıtıldı, boşalan kimi kışlalar tamamen kapatıldıydı.!
Bu hazinli günlerde Mustafa Kemal Paşa, Suriye’deki 7’nci Ordu’su (7 Eylül 1918’de) lağvedildiğinden dolayı oradan ayrıldıydı İstanbul’a çağrıldığı için.. 13 Kasım 1918 günü sabahı Haydarpaşa rıhtımına varıp oradan karşıya (Sirkeci’ye) geçmek için motor beklerken 60’ı aşkın parçadan oluşan İngiliz ve müttefiki ülkelerin savaş gemilerinin İstanbul’a gelişini ve kilse çanlarının sesleri eşliğinde Topkapı Sarayı önlerine doğru ilerleyişini, İstanbul Boğazı önlerinin dolduruluşunu üzüntüyle seyrettiydi.. Bu savaş gemilerinin arasından (Kartal istimbotuyla) karşıya geçerken bağrının derinliklerinden gelen bir sesle “Geldikleri gibi giderler!” diyen ve de İstanbul’daki çalışmaları sonucu Anadolu’daki sivil yetkililere de amir olabilmeye, onlara da görevler verebilmeye dair edindiği müfettişlik yetkileriyle İstanbul’dan (16 Mayıs 1919) Bandırma Vapuru’yla Samsun’a geçti. (19 Mayıs 1919)
(Sonradan gelenlerle 160’ı aşkın sayıya ulaşan bu savaş gemilerinden 16 Mart 1920’de tamamen karaya çıkan o işgal güçlerinin askerleriyle Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın Başkenti İstanbul fiilen işgal edilmiş, devlet dairelerine ve hatta Meclis-i Mebusan’a dahi girilmiş, işgale karşı durabilecek kimi vekiller tutuklanmıştı.! İşgal karşıtı olduğu varsayılan kimi yurtsever aydınlar, yazarlar ve vatansever subaylar da tutuklanıp Bekirağa Zindanlarına atılmış, kimileri ise Malta’ya sürgün edilmişlerdi.! Vaziyet buyken, adeta tutsak konumda bulunan (ve hatta 17 Kasım 1922’de İngiliz zırhlısı Malaya savaş gemisine binip ülkeyi terk eden) bir Padişah’tan, ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durumdan kurtarışını beklemek büyük bir gaflet değil miydi!?)]
Mütareke’nin ardından oluşan o düşman işgaline karşı Millî Mücadele’yi başlatmak için Anadolu’nun bağrına varan Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan (25 Mayıs’ta) geçtiği Havza’da (28 Mayıs’ta) bir toplantı yapıp civar illere ve Ordu birliklere çektiği telgraflarla, o işgalden kurtuluşa dair bilgiler yanı sıra işgale karşı gereği tepkinin temini için de “Her yerde, halkın gösteriler düzenleyerek, işgali, düşman saldırısını protesto etmeleri”ni bildirdi. Havza’da, “Halka yol göstermek icap eder!” diyerek bir miting düzenler ve (30 Mayıs’ta oluşan) bu mitinge kendisi de katılır.
Mustafa Kemal’in işgale karşı halkı organize ettiğini öğrenen İngilizler, Saray’a ve Sadrazam’a baskıları üzerine, (8 Haziran’da) İstanbul Hükümeti’nce, (emrinde bulunan Trabzon’daki İstimbot’lardan biriyle) hemen geriye dönmesi istenildi.! Bu geriye çağrılışın İngilizlerin sinsi bir tezgahı olduğunu düşünen Mustafa Kemal Paşa, geriye dönüşü uygun görmeyip Havza’da planladığı gibi Amasya’ya geçti.
Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarıyla buluştuğu Amasya’da oluşturulan toplantıyla;
“Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir.”, “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” görüşlerinin oluşturulduğu Amasya Genelgesi (22 Haziran 1919) ile o düşman işgaline karşı millî iradenin hareket yolu çizildi.. Saray’ın fermanlarıyla, Sadrazam’ın direktifleriyle, Şeyhülislam Mustafa Sabri hainlerin fetvalarıyla görevinden azledilen, emirlerinin dinlenilmemesi, yakalanıp tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesi istenilen ve hatta gıyabında idama çarptırılan Mustafa Kemal Paşa, çok sevdiği askerlikten, canı bildiği ordudan istifa ederek sade ve yetkisiz bir kişi haline gelmiştiyse de Kazım Karabekir Paşa’nın ve halkın desteğiyle çalışmalarına sade bir yurttaş olarak devam etmişti..
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin fiilen başlangıcının temel fikrinin temini için gidilen Erzurum’da da toplanılarak; “Millî sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez.”, “Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine millet birlikte karşı koyacaktır.”, “Millî kuvvetler etkili, millî iradeyi egemen kılmak esastır.”, “Manda ve himaye kabul edilemez.”, “Azınlıklara (Hıristiyanlara), siyasi hakimiyet ve sosyal dengeyi bozacak ayrıcalıklar verilemez..” prensipleriyle ile ilgili kararlarının yer aldığı Erzurum Kongresi (23 Temmuz 1918) ve Sivas Kongresi (4 Eylül 1919) sonucu Ankara’da oluşturulan Meclis (TBMM -Türkiye Büyük Millet Meclisi) ( 23 Nisan 1920) ile gerçekleştirilen çalışmalar sonucu başlatılan mücadeleyle İnönü’de, Sakarya’da ve Dumlupınar’daki ve yurdun her bir sathındaki Zaferler’inin ardından 9 Eylül-İzmir’in Kurtuluşu ile birlikte o işgalci düşmanların bu topraklardan atılmasına başlanıldıydı..
Nice mezalimlere maruz kalan, yokluk ve yoksulluk içinde bulunan bu güzel yurdumuzun ve aziz milletimizin o çileli günlerinin sona erdirilmesi, o işgalci düşmanlarca karartılan ufukların acilen yeniden aydınlanması gerekiyordu.. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde coşup şahlanan şanlı şehitlerimiz ve kahraman gazilerimizce o zalim işgalci düşmanların bu güzel yurdumuzdan sökülüp atıldıysa da; o yıllarda, o zalim silahlı düşmanın bu güzel yurttan atılması için mücadeleler verilirken Saray ve İstanbul Hükümeti düşmana karşı durulmasını adeta istemez bir hâl içindeyken, İngilizlerin önerileriyle oluşturulup o düşmanın hizmetkarlığına görevlendirilen “heyet-i nasiha”lar (yabancıların çıkarları için yanlış ve yanıltıcı akıl verenler, yabancıların çıkarları için yanlış yol gösterenler heyeti) ile halk kandırılmaya çalışılıyor, Padişah ve İstanbul Hükümeti’nce Millî Mücadeleciler kötülenmeye, zayıf düşürülmeye, düşman gösterilmeye(!) yönelik üst üste oluşturulan fetvalar ve fermanlar, cahil ve çaresiz halkımızın birçoğunun aklını çelmekte, duygu ve düşüncelerini perişan etmekteydi ve bu nedenle de doğruyu yanlış, yanlışı doğru sanma gafletine düşülmekteydi..]
Saltanat makamının ve İstanbul Hükümeti’nin haktan, halktan yana olduğuna inanan temiz yürekli saf ve cahil insanımız, bu düşman yandaşlarınca ortaya atılan her türlü yalan ve yanlışın tesiri altındaydı.! Bu durumun yol açtığı ve açacağı her türlü ibretlik olayların nice hüsranlar oluşturduğu ve de oluşturacağı acılarının tarihteki onca örnekleri mevcuttu.. Bu nedenle; “Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur. Cehalet kaldırılmadıkça toplum yerinde kalıyor demektir; yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir. Bir taraftan genel olan cahilliği yok etmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal yaşamda bizzat faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğretimin uygulamalı bir şekilde olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Elbette millî dehamızı geliştirmek, hislerimizi layık olduğu dereceye çıkarmak için yüksek meslek sahiplerini de yetiştireceğiz. Çocuklarımızı da aynı öğretim derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.” diye görüş bildirip yol gösteren Büyük Atatürk; “Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyete ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.” demişti.
Yüzyıllar öncesinden (1365’ten itibaren) Avrupalılara tanınan (dini ve ekonomik ayrıcalıklar ihtiva eden) kapitülasyon imtiyazları, papaz devşirmeleriyle gelişen din tacirlerinin etkisiyle hurafelerden medet umar hale gelinerek müspet bilim ve teknikten uzak kalmalar, aşırı israflar ve borçlanmalar yüzünden Cihan İmparatorluğu Osmanlı, gerilemeye maruz kaldıydı.. Bu nedenle, Büyük Lider Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, şöyle diyor: “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla olur.” Çünkü “‘Tam bağımsızlık’ denildiği zaman elbette siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve huzura erişeceğimiz inancında değiliz.”(1921) Ki, “Bir millet irfan (bilgi, kültür) ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.” (Gz.M.K.Atatürk)
Büyük Atatürk’ün veciz sözleriyle belirtilen bunca anlatımlar da gösteriyordur ki, “En büyük savaş, cehalete karşı yapılan savaştır.” Çünkü, “Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu esirliğe ve sefalete terk eder.” Bu nedenledir ki, “Yüzyıllardır süren derin bir umursamazlığın devlet yapısında açtığı yaraları sarmak için gerekli olan çabaların en büyüğünü, hiç kuşkusuz eğitim alanında, esirgemeden göstermek gerekir.” öğütlerinde bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin sosyal, siyasal ve ekonomik her bir sorunuyla ilgilenmekte ve özellikle Millî Savunma ve Millî Eğitim çalışmalarını da çok yakından takip etmekteydi..Ve şöyle demekteydi; “Şimdiye kadar uygulanan eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletimizin geri kalmasında en önemli etken olduğu kanısındayım. Onun için bir millî eğitim programından söz ederken, eski devirlerin boş inançlarından ve yaratılışımızla hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, millî karakterimiz ve millî tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü millî Dehamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültürü, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle orantılıdır. O zemin, milletin karakteridir.”(1921) Ki, “Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede lâyık olduğu uygarlık düzeyine ulaşması, hiç kuşkusuz ki, yüksek meslekler sahiplerini yetiştirmekle ve millî kültürümüzü yüceltmekle mümkündür.” (1922)
11 Kasım 1928’de, “Millet Mektebi Teşkilatı” kurulmuştu. Bakanlar Kurulu’nun 11 Kasım 1928’ yaptığı toplantı kararıyla Atatürk,“Millet Mektebi Teşkilatı Başkanlığı”na getirilmiş ve kendilerine “Millet Mektepleri Başöğretmenliği” unvanı verilmesi kararlaştırılmıştı. Vaktiyle; “Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Eğitim Bakanlığı’nı almak isterdim.” sözüyle ulusal eğitime duyduğu ilgi ve sevgi duygusunu dillendirmiş bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “BAŞÖĞRETMENLİK” ile ilgili bu kutsal görevi 24 Kasım 1928 yılında kabul etmişti..
(Başöğretmenlik unvanı, 24 Kasım’da “Millet Mektepleri Talimatnamesi”nin yayımlanması ile resmileşmişti..)
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisine tebliğ edilen “Başöğretmenlik”i kabul edişiyle ilgili bu güzel günün anısına ve Cumhuriyet Öğretmenleri’mizin çalışmalarının ulviyeti anısına 24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ oluşturulmuştur.. Bu güzel gün “24 Kasım”, oluşundan itibaren zaman zaman kutlanılmaya çalışılmışsa da, 1981 yılından itibaren düzenli olarak kutlana gelmeye başlanmıştır.. Bu güzel gün, 24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlu Olsun.
Yarınlarımızın aydınlık olması, yurdumuzun ve ulusumuzun huzur ve refah içinde bulunması, kalkınıp yükselmesi eğitimin de millîliğine, cefakar öğretmenlerimizin Atatürk Yolu’nda kararlı çalışmalarına, laik çağdaş uygarlığa yönelik azimlerine bağlıdır.. Her alanda ilerleyişin, kalkınmanın, huzur ve refahın temini için “Millî kültürümüzü, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız.” (1933) diyen Büyük Atatürk, “Öğretmen kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.” diyerek ömrünü adadığı yurdumuz ve ulusumuzla ilgili her hususta millîliğe de büyük bir önem vermiştir.
Ki, “millîlik, yerlilik” anlayışı, kimilerinin de sıkça söylediği gibi sadece laf değildir.. Büyük Atatürk, “Türk milletinin tarihi, şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.” derken Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın içine düşürüldüğü bu hazin duruma üzülmekteydi. Kapitülasyon kisvesiyle birçok ayrıcalıklara sahip olan harici ecnebilerden destek bulan Osmanlı toprakları dahilindeki ve özellikle İstanbul’daki hıristiyan topluluklar adeta kendi başlarına buyruk oldular, vergiden ve yargılanmalardan muaftılar.! Bunca ayrıcalıklar yetmiyormuş gibi, “Osmanlı Devleti’nin, kendisini kuran temel öğenin, yani Türk ulusunun insanca yaşamasını sağlayacak yollara başvurması da yasak edilmişti. Ülkeyi bayındırlaştıramaz, demir yolu yaptıramaz; dahası, okul bile yaptıramazdı. Bu gibi durumlarda hemen yabancı devletler işe karışırlardı.” Oysa ki, “Vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklâl vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.” (Gz.M.K.Atatürk)
Vaktiyle dört kıtaya nam salan, üç kıtada söz sahibi olan Cihan İmparatorluğu Osmanlı, ilimden, fenden, teknikten, sanayi ve endüstriden uzak kalıp hurafelerden medet umar hale getirildikçe, düşmana şirin görünmek uğruna (Fransa’dan Kanuni’ye zevce önerilmişti ya.!) o emperyalist Batılılara tanınan kapitülasyonlar yüzünden de ekonomik gerilemeler oluşmuştu.. Bunun ardından yerli üretim azalmaya, sosyal, siyasal ve askeri alanlardaki gerilemeler, yetersizlikler ve kültürel sapmalar oluşmaya, vatan ve millet hizmetinden ziyade yabancı önerileriyle gereksiz harcamalara dair dışarıdan borç para alınarak dışa bağımlı kalınmaya başlanıldıydı.! Trablusgarp (1911) ve ardından oluşan Balkan hezimeti (1912) ve acıları yetmezmiş gibi bir de Birinci Dünya Savaşı (1914) musallat olduydu.. O haçlı düşmana Çanakkale’de büyük bir ders verildiyse de müttefik Almanya’nın yenilgisi bahanesiyle masa başı entrikalarıyla Cihan İmparatorluğu Osmanlı da yenik sayıldı ve Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) şartları bahanesiyle işgale ve paylaşıma maruz kalındı.!
Düşman işgaline karşı yapılan Millî Mücadele ile oluşan askeri zaferlerle o zalim işgalci düşman bu güzel yurttan sökülüp atıldıysa da bu başarının kalıcı sonuçlar vermesinin temininin sağlanabilmesi için ülke sathında yeni yeni çalışmalarla her türlü eksik ihtiyaçların tamamlanması gerekiyordu.. Bu çalışmaların en önemlilerinden biri de eğitim idi.. Osmanlıda “Medrese” ağırlıklı eğitim söz konusuydu. İlk, orta ve yüksek olmak üzere üç kısım olan bu medreselerde eğitim, din eğitimi üzerineydi. Yükselme Dönemi’nde (1453/1579) din derslerinin yanında müspet bilimler de okutulmuştu. Duraklama Dönemi (1579/1683) ile birlikte müspet ilimler de “günah!” savıyla duraksadıM ve hatta bilim, teknik ve üretim gerilediydi!. Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların ise kendi okulları vardı. Kilseler ekümenlik peşinde, misyonerler ise Anadolu’da at oynatıyor, dinsel ve mezhepsel söylem ve maddi teşviklerle halk yanıltılarak kalkışmalar tertipliyorlardı..
Devletin denetimi dışında olan bu okullar iyi eğitim vermekteydi.. Devlet yöneticisi yetiştiren “Enderun”da ise devşirme, yani fethedilen yerlerden getirilen hıristiyan genç ve yetenekli çocuklar okutulmaktaydı! Bu gayrimüslimler yetişip Cihan İmparatorluğu Osmanlı’nın devlet işlerinin büyük bir kısmını yürütmekteydiler.! Bu devşirmeler Sadrazamlığa kadar yükselebilirken Türk çocuklarının çoğunluğu genellikle okul sevgisinden mahrumdu.. Türk kesiminden okuyanlar azınlıktaydı.. Bu hazin durumun yarattığı ve yaratacağı sonuçları iyi bilen büyük önderimiz, asker eğiticisi, Meclis kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa şöyle diyordu;
“Hükümetin en verimli ve en önemli ödevi eğitim işleridir.” (1 Mart 1922), “Şimdiye kadar uygulanan eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletimizin geri kalmasında en önemli etken olduğu kanısındayım. Onun için bir millî eğitim programından söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaratılışımızla hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, millî karakterimiz ve millî tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü millî dehamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Herhangi bir yabancı kültürü, şimdiye dek izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine bağlıdır. Bu yer, milletin seciyesidir.” (20 Temmuz 1921), “Arkadaşlar! Bundan sonra pek önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, ekonomi ve bilim zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler ülkemizi gerçek kurtuluşa götürmüş sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım.” (Gz.M.K.Atatürk)
Sosyal, siyasal, askeri, sanayi, ve ekonomik zaferlerinin önemli bir unsuru bilimdir, tekniktir, eğitimdir.. Bilim ve eğitim zaferleri ancak okuldur, okulların yaygınlaşmasıdır. Ve bu okulların aydınlatıcısı ise eğitmenlerdir, öğretmenlerdir.. Bu konuda da bakınız büyük Atatürk ne diyor;
“İlim ve fen çalışmalarının merkezi okuldur. Bundan dolayı okul lazımdır. Okul adını hep beraber hürmetle, saygıyla analım.”, “Okul, genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memleket sevgisini, şerefi, bağımsızlığı öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takip edilecek en uygun, en güvenli yolu öğretir. Memleketi ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları lazımdır. Bunu sağlayan okuldur.”, “Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiiri ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.” Ki, “Memleketi ilim, irfan, ekonomi ve bayındırlık alanlarında da yükseltmek, milletimizin her hususta çok verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lazımdır. Bu kutsal amaçlar elde etmek için mücadeleye atılanların arasında öğretmenler en önemli ve en hassas yeri almaktadır.” (Gz.M.K.Atatürk)
“Geleceğin güvencesi, sağlam temellere dayalı bir eğitime, eğitim ise öğretmene dayalıdır.”, “Okulda öğretim vazifesinin güvenilir ellere teslimini, memleket evladının, o vazifeyi kendine hem bir meslek, hem bir ideal sayacak üstün saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, derece derece ilerlemeye ve her hâlde refah sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir.” Ki, “Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır.” (01.3.1923/Ankara) diyerek öğretmenin önemini, öğretmenliğin ulviyetini dile getiren Büyük Atatürk, yüreği işgal acısıyla dağlanmış olan Anadolu insanımızı coşturarak başlattığı Millî Mücadele’nin Anadolu sathında ve Lozan’da zaferlerle taçlandırılmasının ardından 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan etti. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin koruyucusu ve yaşatıcısı olacak olan yeni nesillerin “Cumhuriyet sevgisi ve bilgisiyle yetişmesi”ni istiyordu.. Ve yine şöyle diyordu; “Millete, gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden yararlanalım; ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.” (1923/Konya) Fakat, “Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile olan bağımızı kopartamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş çağdaş bir millet olarak medeniyet düzeyinin de üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.” (Gz.M.K.Atatürk)
“Millî Eğitim işlenişinde kesinlikle zafere ulaşmak lazımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu şekilde olur.”, “Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefine, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran fikir ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, feyizlidir, muhteremdir.” Ki, “Bir millet irfan (bilim, kültür) ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun elde ettiği kazançlar sönük kalır. Milletimizi gerçek kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce, büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.” (Gz.M.K.Atatürk) (1923/Kütahya)
Millî Mücadele’ye engel teşkil eden Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırıldı. Savaşın onca acılarından, o nice mezalimlerden, düşmanın oluşturduğu o büyük yıkımların yangın küllerinden yeni kurulan genç Cumhuriyet, dünün işgalci o dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin açık- kapalı yürüttükleri dinsel söylemlerle de zayıflatılmak, yıpratılmak istenilmekteydi.. Böyle bir olumsuzluğun önceden önlenilmesi için 3 Mart 1924’te Halifelik (Hilafet) kaldırıldı ve aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Eğitim ve Öğrenimin Birleştirilmesi) kabul edildi..
Ülke çocuklarının birlikte eğitim ve öğrenim görmek zorunda olduğunu, öğrenim birliğinin ülkenin ilerlemesi için büyük önem taşıdığını anlatan Atatürk’ün önerisi üzerine, kanunun oluşum nedeninin gerekçesi şu ifadelerle oluşmuştu: “İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu durum, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder.” (Gz.M.K.Atatürk)
“Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve teknik olacaktır.” diye yol gösteren ulusal önderimiz Atatürk; tekkeleri, tarikatları da okullaşmaya, aydınlaşmaya engel görüyordu.. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında birer gericilik yuvası haline gelmiş olan “tekke”ler ve “türbe”ler kapatıldı; “tarikat”lar kaldırıldı..(30 Kasım 1925)
Her çalışmasında olduğu gibi Cumhuriyet eğitimi konusunda da büyük bir titizlik gösteren büyük Atatürk, geçmişin yanılgılarını oluşturan etkenler ile ilgili yanıltıcı söylem ve eylemlerin önünü alabilmek için şöyle diyordu: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı, Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (1923), “Bizi yanlış yola sevkeden habisler, biliniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.” (melanet=alçaklık) (1923) Ki, “Müslümanları halife hülyasıyla hâlâ oyalamaya ve aldatmaya çabalayanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdırlar.” diyen millî büyük önderimiz Atatürk, kimi hayali arayışlarla bir yer varılamayacağını öğütlemek için; “Türk Milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”, “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.. Ne mutlu Türk’üm diyene!” diye söylemiştir..
Günümüzde de, evveliyat-ı milliyelerinden ziyade inanç kimlikleriyle hak arayışına yönelip haksızlıklara maruz kaldıklarını ileri sürenler, hâlâ ısrarla kendilerine özgü dinsel-inançsal mekân talebindedirler ki, bu masumane görünümlü talepleri iyi niyetli görmeyen büyük Atatürk;
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir.”, “Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün de Türk’tür ve ebediyen Türk olarak kalacaktır.”, “Arkadaşlar, Efendiler ve ey millet; iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.”, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim dışında mürşit aramak gaflettir, dalâlettir, cehalettir.” Ki, “Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken, bir yandan da memleket evladını toplumsal ve ekonomik hayatta aktif şekilde etkili ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri, uygulamalı bir biçimde vermek metodu eğitimimizin temelini oluşturmalıdır.”, “İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmi ve fenni versin, fakat o kadar pratik bir şekilde versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun.” diye de öğütlerde bulunmuştu.!
Geçmişin acılarında, geçmişin yıkıntılarında, düşmanların ve devşirdikleri adamlarının aldatıcı söylemlerine kanıp aldanmalar vardı.. Türklüğün düşmanlarınca ileri sürülen Muaviye kurnazlıklarıyla nice insanlarımız aldatıldıydı.. Bu nedenlerledir ki, en büyük savaşın cehaletle yapılması, bilim eğitim eksikliğinin tez giderilmesi gerektiğini gören Başöğretmenimiz Atatürk; “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.”, “Millî Eğitim programımızın, Millî Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur.”
Ki, “Yeni kuşak, en büyük Cumhuriyetçilik dersini bu günkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır.”(1924) diye öğütte bulunan millî Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924’te, Ankara’da, “Muallimler Birliği Kongresi Üyeleri’ne şöyle seslenmişti;
“Hanımlar, Beyler! Türkiye Muallimler Birliği’nin bütün memlekette şekillenmesi, Konya’yı olduğu gibi Van’ı ve Hakkari’yi de teşkîlâtı içine almasını ve her köyde üyeye sahip olmasını derin bir ilgi ile bekleyeceğim.”, “Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır.”,
“Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.”,
“Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askeri, siyasî, idari inkılâplar sizin, saygıdeğer öğretmenler, sosyal ve fikrî inkılâptaki başarılarınızla desteklenecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, ‘Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”,
“Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün öğretim basamaklarındaki eğitimleri uygulamalı olmalıdır. Yurt evladı, her öğrenim basamağında, ekonomik hayatta başarılı iz bırakan eser sahibi olacak şekilde bilgilerle donatılmalıdır. Ulusal ahlakımız, çağdaş esaslarla ve hür fikirlerle arttırılmalı ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir, bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim.. Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır.”(Gz.M.K.Atatürk) (25.8.1924)
Türk milletine hedeflediği aydınlık yolu belirtmek için ifade ettiği bu güzel veciz sözlerle öğretmenlerimizin emeğinin ulviyetini dillendiren Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk; “Millî eğitimde süratle yüksek bir seviyeye çıkacak olan bir milletin, hayat mücadelesinde maddi ve manevi bütün kudretlerin artacağı muhakkaktır.”, “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğitimciden mahrum bir millet henüz millet namını olmak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kitle denir, millet denmez.”(1925/İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nda), “Öğretmenler her fırsattan yararlanarak halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutan bir varlıktan ibaret olamayacağını anlamalıdır.” (7.7.1927/İstanbul/Öğretmenler Heyetine Demeç) diye öğütte bulunduysa da, birçok yenilikler yapılmasına rağmen, Cumhuriyet, asıl hedeflediği yeniliği henüz yapamamıştı.. Gerici ayaklanmalar, “Musul” sorunu ve bazı aksaklıklar yüzünden geciken “Yeni Yazı”ya, onca yoğun işlerden sonra anca sıra gelmişti.. 24 Mayıs 1928’de alınan bir kararla Eski Yazı denilen Arapça yazısı kaldırıldı, bugün kullandığımız yeni Türk Abecesi (Alfabesi) kabul edildi..
Cumhuriyet ile birlikte ulusal bağımsızlığımıza ulaştık, müstemlekelikten, esaretten, kulluktan kurtulduk; ümmetten millet olma hürriyetine kavuştuk. Vaziyet buyken, “Latin alfabesi bizim değil, yabancılarındır!” eleştirisi de pek doğru değildir.! Ki, aslında 23 harf (İngilizcede 26 harf) olan Latin alfabesi olduğu gibi alınmadı, çıkarmalar ve dilimize uygun eklemelerle 29 harf ile uyarlandı.! Yazılışı ve okunuşu eskisine göre büyük kolaylıklar arz eden Yeni Alfabe’mizi, Latin alfabesi kökenli diye eleştirenler, eski alfabenin de millî olmadığını, Arap kaynaklı olduğunu ve hatta kullanışının çok zor olduğunu her nedense düşünmek istetemezler.!”
Ki, Osmanlı döneminde kullanılan ve Eski Türkçe diye adlandırılan Osmanlıca, Arapça -Farsça karışımıydı ve zor olduğundan Türkçe’ye uygun bir dil değildi. Oysa, eskilerin okuma yazmada zorluklar çekmesinden ziyade yenilerin zorluklarla karşılaşılmaması daha önemlidir.. Ki, eskiden okur yazarlık bugünkü gibi yaygın değildi.. Okuma yazma bilenlerin sayısı oklukça az sayıdaydı ve bu beceri de hesap işine yönelik matematik, yaşantıyla ilgili fen veya sağlık bilgisine yönelik değil, genellikle ve özellikle Elifba cüzü’nün bellenmesine ve ardından Din Kitabı’nın okunmasına yönelikti.. Papaz devri karanlığındaki yasaklamalar gibi yeni buluşlar oluşturma, yeni eserler meydana getirme, resim ve sanat dallarındaki uğraşılar ve meydana getirilen ürünler adeta suç ve günah sayılmaya başlanıldı.!
En eski kavimlerden sayılan (ve Atilla’nın, Avrupa Hunları döneminde MS.434’te başa geçmesiyle Avrupa’yı da etkileyen) Hun Türk’lerinin Asya’daki yaşantıları zamanında şekiller, çizimler vardı.. Türk’lerin ilk kullandıkları alfabe Göktürk Uygarlığı dönemindeki Göktürkçe idi. Göktürkçe’de dört ünlüsü olan 38 harf mevcuttu.. 18 harften oluşan ve 4 harfi ünlü olan Uygurca ise Türk’lerin kullandığı ikinci alfabeydi. İslam dünyasıyla tanışan Türk’ler, 28 harften oluşan Arapça’yı, eklemelerle 36 harfe çıkartarak ve sağdan sola doru yazılan üçüncü alfabe olarak kullanmaya başlamışlardı. Dün olduğu gibi günümüzde de Eski Türkçe veya Arapça üzerinde ısrar ediş veya kutsamak niyedir!? Oysa Hak Din Kitabı Kur’an kutsaldır, fakat Arapça’yı üstün kılıp kendi güzel dilimiz Türkçe’yi unutturmak demek değildir!)
Bu nedenlerledir ki, Başöğretmenimiz Büyük Atatürk; “Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.” demiştir.. “Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türkçe, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin.”, “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet örgütümüzün dikkatli, ilgili olmasını isteriz.” isteğinde bulunan Atatürk; “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız (dilimiz), yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehâl pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, milletimizin yazgısıyla kafasıyla bütün medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz.” (9 Ağustos 1928) diyordu..
Memleket evladının eğitilmesini, her alanda iyi yetişmesini isteyen ulusal rehberimiz, Başöğretmenimiz Gazi Mareşal Mustafa Kemal; “Cumhuriyet’in temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok ızdırap çekmiştir.. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır.” (1930/Kırklareli), “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, göreceği tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, ulusal geleneklerimize düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.”, “Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve kapsamlı uygarlıklara da sahip olmuşlardır. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur.”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” olgusunun bilinci ve şevkiyle “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” diyerek o günlerin karanlıklarının bir daha geri gelmemesi üzerine eğitim dahil her alanda yapılan büyük ve etkili çalışmalarla yokluğunun yoksulluğunun, o nice acıların sona erip yarınlarda daha güzel bir Türkiye için uğraşlar verilirken okula gidemeyen, okuma yazma bilmeyen yurttaşların okuma yazma öğrenmelerinin sağlanması için, bu güzel günün oluşumuna vesile olan “Millet Mektepleri” (11/24 Kasım1928) ile Yeni Alfabe’ye yönelik okuma yazma oranı arttırılmaya çalışıldı Başöğretmen Atatürk’ün öncülüğünde.. Ki, Sabit (okul olan yerlerde), Seyyar (Gezici- Okul olmayan köylerde) ve Özel (Cezaevlerinde, dairelerde, bankalarda) yapılan kurs etkinlikleriyle 16-30 yaş arası her Türk vatandaşının Millet Mektebi’nde kurs görmesi zorunlu idi.. O dönemlerde bir de “Halk Okuma Odaları” oluşturulduydu, halk okuma yazmayı sevsin, pratik bilgiler almalarına yardım olsun diye..
Okuma yazmanının ilerlemesine onca gayret gösterildiği halde o dönemlerin yokluğu ve yoksulluğu nedeniyle bugünkü gibi okullar yaygın değildi.. Bugün okullaşma yaygın bulunmasına rağmen Türkçe okuma yazma oranının iyileşmesi yerine etnik dillere yönlendirip farklılıklar yaratılmak istenilmesine ne denmeli!? Vatandaş Türkçe okuma yazma- Türkçe konuşma bilmiyorsa hâlâ bu durum, günümüzün yanlış eğitim politikasının hatalarıdır.. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” diyen Atatürk zamanında başlatılan “Millet Mektebi” uygulaması, 1981 yılından sonra da bir süre devam ettiydi okuma yazma bilmeyen genç-yaşlı kadın ve erkek vatandaş Türkçe okuma yazma öğrensin diye.. Durum buyken Türkçe’ye rakip diller oluşturma gayretleri yanlıştır.. Bu yanlışlıklar, dünün ayrışımlarına uğraşan o işgalci ve paylaşımcı emperyalistlerin amaçlarına, dahili düşmanlara hizmete yarar.!
Gençliğimiz Atatürk aydınlığında çok iyi yetişmelidir, çok iyi yetiştirilmelidir ki, yarınlarımızın aydınlıkları hep devam etsin; dünün işgalcisi, bugünümüzün ve yarınlarımızın ezeli düşmanı o haçlı emperyalizmin onca sinsi şer entrikalarına, Sevr dayatmalarına yanılıp aldanmadan yoluna çıkan her türlü engellere onurluca karşı durabilsin; bu güzel yurdumuzun ve ulusumuzun çağdaşlık ufkunu daima genişletebilsin.!
Gençliğimiz, çocuklarımız Cumhuriyet’in aydınlık yarınları için eğitilmelerinin, kendilerini geliştirmelerinin sağlanması gerekirken “kindar- dindar gençlik” söylemleri neyin nesiydi!? Cumhuriyet’in, “En hakiki mürşit” için Laik Çağdaş Temel Eğitim’e, Fen Liselerine, Teknik Okullarına, Bilim Okullarına ihtiyacı vardır.. Zorunlu Temel Eğitimi’miz Atatürk Yolu’nda tam rayına oturmuşken sorunlu(!) addedilerek “4+4+4” sistemine geçişle çocukların tümüne okuma ortamı sağlanacak tezi savunuluyorken, günümüzde, okula gitmesi gereken okul çağındaki kimi çocukların okul haricindeki (eskinin Mahalle Mektebi benzeri) yerlere gidiyor olmalarına, okul harici dinsel eğitime yönelik bu gibi yerlerde yatılı olarak bulunuyorlarken müspet bilimden mahrum ediliyor olmalarına, belki de Atatürk’e, Cumhuriyet’e, Cumhuriyetin kazanımlarına karşı kindarlaştırılma seanslarına maruz bulunuyor olmalarına ne denilmeli!? Oysa Cumhuriyet, bu güzel Cumhuriyet’in aydınlık yarınlarının teminatı olacak olan Cumhuriyetçi, hakiki Atatürkçü nesiller yetişmesini istiyor..
Ki, Atatürk Dönemi’nde, Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip tarafından 1933’te yazılmış olup (üzerinde bir iki ilave daha oluşturularak) 80 yıldır okullarımızda okunan “Andımız”ın (8 Ekim 2013’te) okullarımızdan kaldırılması nedendir!? 80 yıldır keşfedilemeyen ya da sineye çekilen hangi söz ya da sözleri yanlış bulundu!? Cumhuriyet sistemine bağlı duran Türkiye Devleti’mizin bu güzel adında yüce milletimizin millîlik adı olan Türk kelimesi varken, Türk kelimesinden, TC sözünden kim neden sakınsın, niye gocunsun!? Unutulmamalıdır ki, “2023 – 2223” gibi söylemler” daima 1923’ün ruhuna, Atatürk’ün Çizdiği Çağdaş Medeniyet Yolu’na uygun bulunmalıdır; eğer uygun değilse takkiyedir, emperyalizmin uzantılarının sinsi bir yanıltmacasıdır.! Bu nedenlerledir ki, Atatürk’e yönelik geçek sevgi ve saygı; Andımız’a ve Marş’ımıza gösterilen ilgi ve saygıyla, Müfredatta Atatürk bilgisi ve sevgisinin işlenilmesine, Atatürkçülük konularına yer verilmeleriyle belirlenebileceği gerçeği çok iyi idrak edilmelidir.. Dahili ve harici bedhahların, şer mihrakların sinsi şirin söylemlerine adlanılmamalıdır.! Yine çok iyi bilinmelidir ki, koyun potsuna bürünen çakal, her şekle girse de yine çakaldır! Sevr Bop entrikalarına, Ilımlı İslam söylemlerine, DAD entrikalarına, o haçlı emperyalizmin Lawrence misali dinsel ve millîsel söylem oyunlarına asla adlanılmamalıdır! Türklüğün ezeli düşmanı olan, dünün işgalcisi ve o şer Sev Bop paylaşımı peşinde koşuşturan o haçlı emperyalizme karşı daima azimle onurluca karşı durulmalıdır.. Kıyısıyla adasıyla bu kutsal vatan toprağımıza, Cumhuriyet’imizin kazanımlarına, yer altı ve yer üstü kaynaklarımıza, ulusal sanayimize ve millî tarımımıza, ulusal yatırımlarımıza, millî benliğimize, Türklüğümüze ve Türkçe’mize, rengini şehidimizin kanından alan al bayrağımıza ve ulusal tam bağımsızlığımıza daima onurluca sahip çıkılmalıdır.
Millîlik, Yerlilik sadece lafla değil pratikle oluşur.. Adalarımızın, kıyılarımızın- limanlarımızın, hava alanlarımızın daima devletimizin denetimi altında bulunmasıdır millîlik.. Ki, uzun süren savaşlar nedeniyle oluşan onca yokluklara rağmen 1926’da uçak yapıp dışarıya satarken günümüzde dışarıdan saman alma durumuna düşmek neyin nesidir!? Atatürk zamanındaki gibi sanayileşmek, ulusal yatırımlara ve o sanayiye daima sahip çıkıp üretmektir ve yerli malı kullanmaktır, kalkınmak, refaha ve gönence ulaşmaktır; yani ecnebiye avuç açmamak-yabancıya muhtaç kalmamaktır millîlik, yerlilik..
İşgal yıllarında, kurtuluş ve yenden kuruluş günlerinde olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de o hainlerin dünün benzeri yanıltma kampanyalarının devam edebileceği asla unutulmamalıdır.. Bu nedenle, “Bir zaman gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile çıkabilir.” sözüyle kaygısını da dile getiren Çanakkale- Anafartalar, Sakarya, Dumlupınar Kahramanı, Cumhuriyetimizin baş mimarı Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kendisinden ziyade şehit ve gazilerimizle birlikte o yokluklarda, bin bir zorluklarda o düşman işgaline karşı Millî Mücadele verilerek ulusallığına ve ulusal bağımsızlığına kavuşturulan Türk milletine ve hatta kanla irfanla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hiç bir zarar gelmesini istemiyordu .. Kendisine ve eserine kem gözle bakan harici ve dahili habislere karşı kalıcı önlem almak, yakın tarihimize ışık tutmak için o ünlü “NUTUK” (Söylev) adlı eserini yazmak zorunda kaldı (1927) ve “Nutuk”un sonuna da Türk Gençliği’ne yönelik tarihi bir öğüt olan o ünlü Hitabe’sini yazdı. Ve bizlere;
“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk İstiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.” diyordu. Çünkü, dünkü o işgal günlerinde görüldüğü gibi gelecekte de aynı dış güçlerin etkisiyle ve hatta şahsi ihtiraslara, şahsi ikbalere yönelinmeler yüzünden benzeri yanılgıların tekrar oluşmaması ve benzeri acıların bir daha yaşanmaması, dünün benzeri yanılgılarına düşülmemesini istiyordu.. “Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” diye halkımızın uyanık olmasına, tedbirli bulunmasına dair bu güzel Cumhuriyet için ısrarla bu önemli uyarıda bulundu.!
“Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve teknik olacaktır.” diye öğütte bulunan Başöğretmenimiz Atatürk; eğitim alanında olduğu gibi tarım, sanayi ve endüstride de ilerlemelerimizi sağladı.. Kısa sürede kalkınabilmemiz için Cumhuriyetimizin kazanımlarını oluşturdu.. Bugün ve yarınlarda Vatan toprağını, Vatan sanayisini değil, bu güzel vatanın yer altı zenginliklerinden, tarım ve sanayisinden üretilip elde edilen ve devamlılığı olan ürünlerin satılmasını öğütlediydi kalkınmanın iyileşmesi, ulusallığımızın ve ulusal bağımsızlığımızın güzel günlerde ebediyen sürüp gitmesi için..
Unutulmamalıdır ki, Cihan İmparatorluğu Devlet dairelerinde yer alan ve hatta Meclis-i Mebusan’da bulunan Türklüğün düşmanlarıydı gerilemeye, işgale ve paylaşıma zemin hazırlayan.! Bu nedenle, dünün harici ve dahili o düşmanın aydınımıza, ordumuza, yurdumuza ve ulusumuza yönelik o ihanet oyunları, o sinsi şer kumpasları, o Heyet-i Nasiha(!) benzeri entrikaları bugün ve yarınlarda da tekrar karşımıza çıkabilir.! Bunun içindir ki, Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün bu öğüdüne de çok iyi kulak verilmelidir. Bakınız ne diyor yüce Atatürk; “Baylar, sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerimki: Bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, duyuncundaki (vicdanındaki) öz manayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten hiçbir zaman geri kalmasın.” (ATATÜRK) (Bu ulvi öğüde CHP de uymalı..)
Yedek subay Öğretmen Kubilay’ı Menemen’de (23 Aralık 1930) hunharca şehit eden canileri, Atatürkçü yurtseverlere yönelik kumpasları, Atatürk’e dil uzatan şarlatanları, Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’in kazanımlarına karşı şer entrikaları ve bu entrikaları tertipleyen dahili ve harici bedhahları, Cumhuriyetin öğretmenlerini susturmaya çalışan hainleri lanetliyorum. Başta Başöğretmenimiz Atatürk olmak üzere Cumhuriyetimizin yılmaz savunucularından yedek subay Şehit Öğretmen Kubilay’ı, Deprem şehidi öğretmenlerimizi, ebediyete intikal eden Cumhuriyetimizin neslinin yetiştiricisi değerli tüm öğretmenlerimizi rahmetle, minnetle, şükranla anıyor, saygıyla selamlıyorum. Kabirlerinde nur içinde yatsınlar.. Ruhları şad, mekanları cennet olsun..
Öğretmenlerimiz, Cumhuriyet’imizin aydınlık güzel yarınlarının, çağdaş uygarlığımızın mühendisleri ve mimarlarıdırlar.. Bu nedenledir ki, “Bu günün çocuklarını yetiştiriniz. Onları yurda, ulusa yararlı insanlar yapınız. Bunu sizden istiyor ve diliyorum.”(Bursa, 27 Ekim 1922) diyen Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün, (24 Mart 1923’te Kütahya Lisesi’nde) yaptığı şu konuşması, tüm öğretmenlerimize bir selam gönderme niteliğindedir:
“Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklâl mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenlikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.” diyor Başöğretmenimiz Büyük Gazi Mustafa Kemal Atatürk. (Kütahya Lisesi, 24.03. 1923)
Bu nedenledir ki, Bu güzel Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizin bekası için, huzur ve refahının iyileşmesini istediği kutsal vatanımızın ve aziz milletimizin tarım ve sanayisinin gelişmesi için; sosyal, siyasal ve her alandaki iyileşmelerle gönençli aydınlık yarınlara ulaşılması için gerekli olunan temel unsur, iyi bir eğitimdir ve bu temel eğitimin sağlayıcısı ise öğretmendir.. Bu nedenledir ki, yarınlarımızın aydınlığının sürekliliği, yüksekliği ve sağlamlılığı öğretmenlerimizin müspet bilim doğrultusunda azimle özverili çabalarına, vatansever nesiller yetiştirmesine bağlıdır..
Bir mum misali kendini tüketerek bu güzel vatan ufuklarına salınan karanlıkları aydınlatmaya kendini adayan değerli cefakâr ve fedakar Öğretmenlerimiz; İlkeniniz Atatürk’ün ilkesi, Ülkünüz Atatürk’ün Ülküsü, Yolunuz Atatürk’ün Yolu olsun.!
Dünden ibret alarak, fakat geçmişe takılmadan bilimle ve Atatürk İlkeleri ve Devrimleri ile yarınlarımızı daha iyi aydınlatabilmek sağlıklı bir yoldur.. Türkiye Cumhuriyeti’mizin kültürlü neslinin yetiştiricisi, Atatürk Yolu’nda yarınlarımızın aydınlatıcısı değerli tüm cefakâr, fedakar öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü gönülden kutluyorum; esenlikler temenni ediyor, Atatürk Yolu’nda başarılar diliyorum.”
Kemal KOÇÖZ (E.Eğitimci) ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Karasu Şubesi Kurucu eski Başkanı