Özgürlüğünü hedef alan ölümcül kurşunlara, sadece kurşundan bir kalemle karşı koymuştu. Tüm silahı, Ayn el-Hilve Mülteci Kampı’nın duvarlarına çizdiği resimleriydi… Adeta çizgilerin sırtına vurmuştu yıllanmış isyanını…
Kim bilir, kendisi bile çizdiklerinin, ileride bu kadar ses getireceğini ve bir halkın direniş sembolü olacağını tahayyül etmemişti.
Kırk dokuz yıllık yaşamı boyunca efkârını, fikrini, öfkesini kısacası onu yılmaz ,bir direnişçi yapan tüm hissiyat ve düşüncelerini çizerek anlatmış ve koskoca bir ümmetin(!) kabuk tutmuş yaralarını adeta kalemiyle kanatmıştı.
Sürgün günlerinde sırtına isabet eden kahpe bir kurşun, maharetli kalemini kırana kadar çizdikleriyle meydan okumuştu Tanrı’nın seçilmiş(!) kullarına…
Soydaşları “Direnişin Vicdanı” olarak adlandırsalar da bu çizen adamı, o artık zaman prangasından kurtulmuş Hanzala isimli bir çocuk olarak hafızalara kazınacaktı.
Bu hikaye Filistinli Karikatürist Naci Hüseyin Selim el-Alî’nin ya da diğer adıyla direnişin vicdanı Ebu Hanzala’nın hayatını anlatıyordu…
***
Selim el-Alî, 1936 yılında adını Roma İmparatoru Tiberios Konstantinos’dan alan kadim şehir Taberiye (Tiberias) ile Meryem oğlu İsa’nın doğduğu Nâsıra kasabası arasında yer alan Şecere isimli bir köyde doğmuştu.
İlahi rahmetin nişanesi olan tüm bebekler gibi bu küçük misafir de ailesinin sıradan hayatına büyük bir renk ve heyecan katmıştı. Anne şefkatinin yanında büyük bir iştahla içtiği meşhur Filistin zeytininin sütünden midir bilinmez, çabucak büyümüştü. Yaşıtlarına göre daha zeki ve olgun bir çocuk olduğu ise her halinden belli oluyordu.
Babası bakkal olan küçük çocuk, ailesiyle birlikte çok ama çok mutlu bir hayat sürüyor; arkadaşlarıyla bütün gün koşuyor, oyunlar oynuyor, özgürce uçurtmalar uçuruyor kimi zamansa çocuksu hayallerin büyüsüne kapılıyordu.
Şecere, üç semavi dine mensup insanların barış ve huzur içinde yaşadığı küçük ve bir o kadar da sevimli bir yerdi. Köyün evleri taştan yapılmış olsa da sakinlerinin kalpleri bir pamuk kadar yumuşacıktı. Şecereliler, kendi aralarında kolay kolay sorun yaşamaz, ufak tefek anlaşmazlıklarını ise sulh ile çözerlerdi.
Selim el-Alî, işte böyle huzurun, hoşgörünün ve sükûnetin hüküm sürdüğü bir ortamda filizlenen sevgi dolu bir çocuktu.
Ama ne yazık ki Ali için bu güzel günler çok uzun sürmeyecekti. Arapların “Nekbe” yani “Büyük Felaket” olarak adlandırdığı büyük sürgün olduktan sonra tüm hayatı tıpkı diğer soydaşları gibi tamamen alt üst olacaktı. 1948 yılının soğuk bir kış gecesinde göbek bağının gömüldüğü topraklardan bir naze gül gibi kopartılan küçük çocuğun kaderi, artık farklı bir yöne doğru savrulacaktı.
O artık küçük bir çocuk değildi… Adeta bir gecede büyümüş, koca yürekli bir adam olmuştu.
***
İsrail Devleti’nin kurucusu ve ilk başbakanı David Ben-Gurion, 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’ni açıklamıştı. Ben-Gurion’un Tel Aviv Müzesi’nde yaptığı bu tarihi açıklama, Yahudiler tarafından büyük bir sevinçle karşılanırken başta Filistin olmak üzere Arap coğrafyasının tamamında büyük bir üzüntü ve kaygıya neden oldu.
İsrail bağımsızlık bildirgesi, sadece Filistin de değil Ortadoğu’da kaosun, tehcirin, katliamların ve sonu gelmez savaşların fitilini ateşleyerek bölgeyi kan gölüne çevirecekti. Nitekim İsrail bildirgeyi ilan ettiği 14 Mayıs’ı, 15 Mayıs’a bağlayan gece, Filistin halkına yönelik büyük bir tehcir/işgal hareketini başlattı. Siyonist güçler, Filistin nüfusunun yüzde 67’lik (957 bin kişi) bölümünü yerlerinden ederek, büyük acıların ve sefaletin yaşanacağı mülteci kamplarına sürdü.
Resmi verilere göre, Nekbe sırasında Araplara ait 657 köy ve kasaba işgal edilmiş ve bir milyona yakın insan Lübnan, Suriye ve Ürdün’de bulunan mülteci kamplarına sürülmüştü.
Mülteci kamplarına yerleştirilen Filistinliler arasında Selim el-Alî’nin ailesi ve yakınları da vardı. Günlerce süren çetin bir yolculuktan sonra Lübnan’ın Sayda kenti yakınlarında bulunan Ayn el-Hilve Kampı’na ulaşan Ali ve ailesi yaşamlarını artık bu kampta sürdürecekti.
Yokluğun ve yoksulluğun en üst safhada yaşandığı mülteci kampı, diğer çocuklar gibi daha on yaşında olan Naci Ali’nin de karakter oluşumunda mühim bir rol oynayacaktı.
Küçük çocuk, derme çatma çadır ve barakalarda sıcağı da soğu da iliklerine kadar hissediyordu. Açlık, sefalet ve salgın hastalıklar gibi zorluklara rağmen Ali, yeni evi olarak gördüğü mülteci kampına kısa sürede alışmış, hatta burayı oldukça da sevmişti.
Şecereli çocuk, köyüne olan aidiyet ve bağlılık duygusunu, Ayn el-Hilve Kampı’na yöneltmişti. Kampta tüm iptidai şartlara rağmen bir okul da bulunuyordu. Derslerinde son derece başarılı olan Selim el- Ali için okul bir özgürlük alanıydı…
Öğretmenleri ondan son derece memnundu. Ali, derslerinden arda kalan zamanlarda resim yapmayı çok seviyordu. Çizimlerini görenler, bunların yetenekli birisinin kaleminden çıktığını rahatlıkla anlayabiliyor, eser sahibinin yaşını öğrendiklerinde ise şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı.
Resim yapmak Ali de zamanla bir tutku haline dönüştü. Kelimelerle anlatamadığı duygu ve düşüncelerini resmederek ifade edebilmek, küçük çocuğa büyük bir mutluluk veriyordu. Çadırlara, yıkık duvarlara, tahta parçalarına nerede bir boşluk bulsa oraya çizimler yapıyordu. Kamp sakinleri, Ali’nin sayesinde her sabah farklı bir duvar resmiyle güne başlıyorlardı. Öğretmenleri de Naci’nin resme olan yeteneğinin farkındaydı ve küçük çocuğu bu konuda destekliyorlardı.
Yıllar hızlıca akıp geçmiş, Naci genç ve yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Maddi zorluklar çeken ailesinin geçimine katkı sağlaması gerektiğinin farkındaydı… 1957 yılında, iş olanaklarının daha fazla olduğu Suudi Arabistan’a gitti. İki yıl boyunca oto tamirciliği yaparak kazandığı parasının tamamını ailesine gönderdi.
1960 yılında Lübnan’a geri dönen Ali, Lübnan Sanat Akademisi’ne kayıt oldu. O yıllarda Beyrut’un siyasi atmosferi genç adamı oldukça etkilemiş ve farklı politik grupların içine sokmuştu. İlk olarak Arap milliyetçiliğini savunan kesimlerle irtibata geçen Ali, bir süre sonra düşünce ayrılıklarından dolayı bu gruplardan ayrılmıştı. Yayıncılık hayatına arkadaşlarıyla beraber çıkardığı muhalif çizgideki Çığlık (Al-Sarkha) dergisiyle başladı. Ali ve dostları dergilerini el yazısıyla çoğaltarak sokaklarda satmaya çalışıyorlardı. Bundan dolayı da Lübnan polisi tarafından defaatle tutuklanıp hapse atıldılar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen eğitimini hapiste de olsa ihmal etmeyen Naci el-Ali, zor da olsa okulunu bitirebildi.
Hapisten çıktıktan sonra Filistin direniş hareketinin öncü isimlerinden Gassan Kanafânî ile tanıştı. Kanafânî ile arkadaşlıkları zamanla sarsılmaz bir dostluğa dönüştü. Kanafânî, Naci’nin karikatürlerini çok beğeniyor ve çizimlerinin daha fazla insana ulaşmasını istiyordu. Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yaptığı Lübnan’ın önemli gazetelerinden el-Hurriyye’de, dostu Ali’nin karikatürlerini ve yazılarını yayımlamaya başladı. Bu sayede dostunun karikatürleri daha fazla insana ulaşıyordu. Her geçen gün tanınırlığı daha da artan Selim el-Alî, Lübnan merkezli Tali’a gazetesine genel yayın yönetmeni olunca çizimlerine burada devam etti.
Nekbe felaketinden 19 yıl sonra yani 1967 yılında Araplar için büyük bir hezimet daha yaşanmış ve mağlubiyetle neticelenen Arap-İsrail 6 gün savaşları gerçekleşmişti. Bu savaş, Ortadoğu’daki siyasi ve askeri dengeleri tamamen alt üst etmişti. Arap dünyasının özgüveni yerle bir olmuştu.
Araplar bu travmayı uzun süre atlatamayacaktı. Nitekim Naci de İsrail-Arap ilişkilerini yakından izleyen entelektüel bir Filistinli olarak 6 gün hezimetinin etkisinden kolay kolay kurtulamadı. İşte böyle buhranlı bir dönemde karikatürist olarak adını tüm dünyaya duyuracak Hanzala karakterini ortaya çıkardı. İlk olarak 13 Temmuz 1969 yılında es-Siyâse gazetesinde yayımlanan Hanzala, o kadar çok beğenildi ki zamanla Filistin direnişinin sembolü haline geldi. Tüm Arap coğrafyası merakla Hanzala’yı takip ediyordu. Yaşanan gelişmelere Hanzala’nın vereceği tepki merakla bekleniyor, kulaktan kulağa çizgi çocuğa dair hikayeler anlatılıyordu.
Bu arada İsrail, 1974 yılında Lübnan’ın bir bölümünü işgal etmişti. Mossad ve Lübnan istihbaratının Naci üzerindeki baskısı bu işgalden sonra daha da arttı. Baskılara daha fazla dayanamayarak Kuveyt’e gitmek zorunda kalan Ali, Ortadoğu’nun önemli gazetelerinden Sefir’de çalışmaya başladı. Gerek yazıları gerekse karikatürleri burada da yoğun ilgi gördü. Ama gerçek olan bir şey vardı ki yazılarından ziyade çizimleri daha çok ses getiriyordu. 1979 yılında Arap Karikatüristler Birliği başkanı olunca, karikatüristler arasında büyük bir saygınlık elde etti.
O sadece işgalci İsrail’i değil, Arap ve Müslüman ülkelerin liderlerini de sert bir şekilde eleştirmekten çekinmeyen muhalif bir sanatçısıydı. Hiciv ve kinaye yeteneğini çizimlerine o kadar güzel aktarıyordu ki başka bir şey söylemeye lüzum bile kalmıyordu.
Naci el-Alî’nin çizimleri İsrail kadar bazı Arap ülkelerini de rahatsız ediyordu. Kuveyt’te de kendisine yönelik baskılar ve tehditler giderek artmıştı.Arap liderler de Şecereli karikatüristten hoşnut değildi… Çünkü o suçlu olarak sadece siyonizmi değil yaşananlara ses çıkarmayan hatta İsrail ile işbirliği yapan Arap liderlerini de sert bir şekilde eleştirmekten çekinmiyordu.
Ali’nin eleştirilerinden nasibini alanlar arasında Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yaser Arafat da vardı. Arafat, başarılı karikatüristi ellerini aside sokmakla tehdit ediyor, çizimlerine hemen son vermesini söylüyordu. Tehditlerin şiddetti iyiden iyiye artmıştı. Acı olansa İsrail tehditlerine alışık olan Ali’nin, Filistin temsilcileri tarafından da tehdit edilmeseydi.
Naci el-Alî için kendi topraklarında mücadele vermek iyiden iyiye zorlaşmıştı. Artık kavgasını farklı coğrafyalarda vermesi gerektiğini biliyordu. Filistin halkının özgürlük mücadelesini dünya kamuoyuna daha rahat anlatabilmek için görev yaptığı el-Kabas gazetesinin İngiltere bürosuna tayin oldu.
Ne yazık ki tehdit, hakaret ve şantajlar orada da peşini bırakmadı. Siyonist lobilerin, Mossad’ın ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) yakın takibi altındaydı. Kendisi için çemberin giderek daraldığının farkında olan Ali, ölümün soğuk nefesini yakından hissediyordu. Buna rağmen inandığı yoldan geri dönmüyor, zulme sessiz kalmıyordu.
22 Temmuz 1987 yılında işe gitmek için arabasına doğru yönelen Ali, bilinmez bir silahtan çıkan kurşunlar tarafından ağır bir şekilde yaralandı. Kanlar içerisinde yere yığılan karikatürist, hemen hastaneye kaldırıldı. İki aya yakın yoğun bakımda tedavi görse de 29 Ağustos 1987 yılında yaşam savaşını kaybetti.
Bu öyle bir kurşundu ki Naci el-Alî’nin dünyalık sürgününe daha doğrusu mülteci hüznüne son vermiş ve onu asli vatanının kucağına atmıştı. Suikastla ilgili çeşitli iddialar dile getirilse de İngiltere, İsrail ve FKÖ konunun bir an önce kapatılması için her türlü dezenformasyonu yaparak bu menfur saldırıyı dünya gündeminden uzaklaştırmayı başardı…
Vefatından hemen sonra Dünya Gazete Yayıncıları Birliği tarafından kendisine “Özgürlüğün Altın Kalemi” ödülü verilen Naci el-Alî, Şecere köyünden çıkıp tüm dünyaya mâl olmuş, dört bine yakın çizimi olan ünlü bir karikatürist olarak hayata gözlerini yummuştu.
Mülteci kaderini yine çizgileri belirlemişti.
***
49 yaşında aramızdan ayrılan Naci el-Alî, bedenen aramızda olmasa da Hanzala isimli on yaşındaki çocuk çizgi karakterle isyanın ve barışın sesi olmaya devam ediyor. Hanzala, sadece Filistin halkını değil dünyadaki tüm mazlum halkları temsil ediyor. O kimi zaman Sudan’da kimi zaman Afrika’da kimi zamansa Latin Amerika’da karşımıza çıkıyor. Nerede bir zulüm varsa Hanzala yalın ayak, sırtı dönük bir şekilde orada beliriyor. Tüm gücünü ise çocuk kalbinden alıyor.
Naci el-Alî’nin de bir röportajında dediği gibi;
“Hanzala, 10 yaşında bir çocuk olarak doğdu ve her zaman da 10 yaşında kalacak. Tam da benim vatanımı terk etmek durumunda kaldığım yaşta… Ne zaman vatanımıza dönebilirsek, Hanzala da o zaman normale dönecek ve büyümeye başlayacak. Tabiatın kanunları şu anda ona işlemiyor, çünkü o sıra dışı. Ama zaten, ufacık bir çocuğun vatansız kalması da tabiatın kanunlarına aykırı değil mi? Hanzala, çağın hiç ölmeyecek bir tanığı… Dünyaya aniden geldi ve onu hiç terk etmeyecek. Bu karakter, hayatta kalmak için doğdu. Ben de, öldükten sonra bile onun içinde yaşamaya devam edeceğim…”
Babası şehit edildiğinde küçük bir çocuk olan Halid el-Alî ise Hanzala karakteri ile babası arasındaki ilişkiyi şu sözlerde anlatmıştı:
“Hanzala hiç büyümeyen bir çocuk… Çocuk yaşta Filistin’den ayrıldı. Zaman onun için Filistin’den sınır dışı edildiğinde durdu. Babam Hanzala’nın yalnızca Filistin’e, evine geri döndüğü zaman büyüyeceğini söylerdi. Hanzala fakir bir çocuk… Pek iyi görünümlü değil, ayakları çıplak, kıyafetinde yamalar var, saçları dağınık… Yani sahip olmayı hayal ettiğiniz çocuk değil… Hanzala bir yönüyle babamın vicdanını temsil ediyor. Hiç yalan söylemeyen, sonuçları ne olursa olsun düşündüğünü söyleyen, doğru tarafta olmaya çalışan bir çocuk… Yani Hanzala babam Naci el-Alî için bir pusula gibiydi, onu her zaman Filistin’e yönlendiren bir pusula… Pusulalar normalde kuzeyi gösterir, Hanzala’nın pusulası ise daima Filistin’e dönüktür.”
Son sözü yazımızın kahramanına yani Hanzala’ya bırakalım:
“Babamın adı, önemli değil.
Annemin adı, Nakba yani ‘büyük felaket günü’.
Kız kardeşimin adı Fatıma.
Ayakkabı numaram bilinmiyor.
Çünkü ben hep yalın ayakla dolaşırım.”
(Muhammed Sefa Rumeli)